19 Şubat 2013 Salı

Türk müslümanlığı ekseninde memleketteki cami sayısının irdelenmesi

Bir çoğumuzun bildiği üzere Türkiye'de müslümanlık 6 değişik şekilde vücut bulur. Bunlar sırasıyla şöyle:
5 vakit namaz kılanlar
Cuma'dan Cuma'ya
Ramazan'dan Ramazan'a
Bayram'dan Bayram'a
Benim kalbim temiz 
Benim dedem hacı
Yazıma çok ilginç bir istatistikle başlamak isterim. Boğaziçi Üniversitesi ve Açık Toplum Vakfı'nın desteğiyle Prof. Dr. Hakan Yılmaz'ın yöneticiliğinde gerçekleştirilen "Türkiye'de Muhafazakarlık: Aile, Cinsellik, Din" araştırmasının sonuçları çok ilginç bir gerçeği ortaya çıkardı. Araştırmaya göre AKP döneminde kendini dindar görenlerin oranı hafif bir şekilde düştü, ancak hâlâ yüzde 88.9 gibi yüksek bir oranda. Öte yandan ibadetlerde dikkate değer bir gerileme söz konusu. "Namaz kılmam" diyenlerin oranı altı yılda yüzde 18.7'den yüzde 20.5'e çıkarken, "Ramazan boyunca oruç tutarım" diyenlerin oranı da yüzde 60.4'ten yüzde 53.1'e geriledi. İbadet etmeyenlerden duyulan rahatsızlıkta da ciddi bir gerileme var. Son altı yılda oruç tutmayanlardan rahatsız olanların oranı yüzde 33.3'ten yüzde 25.4'e, namaz kılmayanlardan rahatsız olanların oranı da yüzde 26.4'ten yüzde 18.6'ya düştü. 
Peki bu sayılardan ne anlamamız gerekiyor? İşin özü şu; Türkiye'de insanlar İslam'ın en temel gerekleri olan namaz kılmak, oruç tutmak gibi vazifeleri yerine getirmediği halde kendini büyük bir oranda dindar adlediyor. 
"İbadet etmediği halde insanlar niçin kendini 'dindar' olarak tanımlar?" sorusunun cevabını, ilahiyatçı Doç. Fatih Çollak şöyle veriyor: 
"İnancı gereği temel ibadetlerini (namaz, oruç, zekât vs.) yerine getiren ve 'dindar' olarak nitelenen insanların yanında bu alanda fazla pratiği olmadığı halde mesela aile geçmişinde hacı veya hoca bulunan, yatırları ziyaret edip dua eden, zaman zaman cuma kılan, cenaze sebebiyle Kur'an okumak üzere eve hoca davet eden ve hatta cenaze namazı kılmadığı halde tabutun etrafında bulunan insanlar bile kendini dindar görebiliyor. Bu durum din eğitimindeki yanlışların, ihmallerin ve hatta kasıtların doğal sonucudur. Şunu da söylemek gerekir ki pratiği eksik dini hayat, toplumlarda her dönem görülür. Zira pratik eylem ister ve devamlılık gerektirir. Bu da nefse zor gelen bir durumdur. 'Dindarım' demek kolayken fiilen dindarlık zordur."
Sözün özü göstermelik müslümanlıkta açık ara öndeyiz. Mesela kağıt üzerinde ülkenin %99'u müslüman. Peki bu kadar insandan kaç tanesi hayatında açıp Kur'an okumuş, kaç tanesi her duada amin dediği Fatiha'nın anlamını biliyor sorusunun cevabını heralde aşağı yukarı hepimiz biliyoruz.
Peki gerçek anlamda dindar kimdir? İslam Hukuku profesörü Hayrettin Karaman'a göre 'dini bütün, dini hayatında uygulayan' kişiler dindar olarak tanımlanabilir. Bunun zıddı ise 'dinsiz' değil 'gevşek dinli, amelsiz, eksik bilgili ve eksik uygulamalı Müslüman'dır. Bu tanıma göre bir çoğumuz eksik müslümanız.

Hepimizin hem fikir olduğu bir diğer konu da tembel olduğumuz ve her zaman işin kolayına kaçtığımız. Sırf bu yüzden alkol tüketen, zina yapan, yalan söyleyen, çalan çırpan, rüşvet veren, adam kayıran, yani tabiri caizse her türlü günahı işleyen insanlar konu domuz eti yemeye geldi mi, sofrasındaki şaraba aldırmadan bir anda aslan kesilir. Camiye yardım söz konusu oldu mu vicdanını rahatlatmak adına maddi yardımdan kaçınmaz. Çünkü kolaydır domuz eti yememek ya da para vermek. Bu sayede vadedilen cennete zahmetsiz ve kolay yoldan ulaşacağını düşünür çünkü bir çok insan. Her türlü pisliği yiyip, camiye yardım etti mi iyilik melekesine dönüstüğüne inanıyor çünkü insanlar ne yazık ki. Bu çıkarımlarımı Birgün gazetesinde de yayınlanan (Alevi-Bektaşi Federasyonu Eski Başkanı Turan Eser tarafindan hazırlanan) bazı istatistiklerle desteklememe izin verin. Haberde çok ilginç veriler var. (http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1358251950&news_code=1360660989&year=2013&month=02&day=12#.USOfEsWgbyo)


"Matematik her zaman doğrudur.
Sayıların diliyle, sahte laiklik örtüsü altındaki islamizasyon hakikatine ışık tutmak istedim.
2006 yılıydı, sayılarla muhafazakârlaşmayı NTV’de, sevgili Can Dündar’a aktardım. Yıl 2013. “Acaba ne değişti” diye merak ettim, baktım.
Türkiye’de dindarlık eksenindeki değişimleri ve AKP’nin ve Cemaatlerin gerçek yönelimlerini görmek açısından bu önemli bulgulara ulaştım.  Yeni sayıları derledim. Durum vahim!  Buyurun sayılar!
İlk ve Orta Öğrenimde Okul sayımız mı?
2002 yılında 32 bin 133
2012 yılında 32 bin 106!
Artış mı? Yok!
Hastane sayımız ise,
2002 yılında 1.114
2012 yılında 1.453!
Artış sadece 339
Cami sayımız mı?
2002 yılında 75.941
2012 yılında 93.000 bin!
Artış mı?  14 bin 059 !!!!
HEKİM SAYISI ON YILDA 15 BİN, İMAM 53 BİN ARTTI
Diyanetin İmam sayısı mı? 
2002’de 74 108 kişi
2012’de 128 bin kişi!
Artış mı? 53 bin 892 !!!
Diyanet açıkladı; 2013 sonunda 150 bin İmamımız olacakmış.
Sağlık Bakanlığının Hekim Sayısı mı?
2002’de 57.406 kişi
2011’de 73.382 kişi
Artış, 15.976 kişi
1.084 kişiye 1 hekim düşerken,
583 kişiye 1 imam düşmekte.
“Sağlıksız bıraktığımız için ölüme terk ettiğimiz vatandaşımızın, bari cenazesini kaldıracak imamlar ve camiler eksik olmasın”, istenmişler.  “Gelen cana gelsin, dine değil” denmiş.
Laik Türkiye Cumhuriyetinde Cami-Mescit-imam sayımızın artırılmasına, okul, hastane ve Hekim sayımızdan daha çok önem veriliyor.   Çamlıca tepesine dev bir cami, TOKİ’nin her siteye cami-mescit yapması ve kiliselerin camiye çevrilmesi bu nedenle önemliymiş.
KAMUSAL DİN HİZMETİNİ GÜÇLENİYOR
Türkiye’nin nüfusu: 74 Milyon 724 bin.
Devlet Hastanelerine düşen nüfus oranı 51 bin 427 kişi.
Devlet ilk ve Orta Öğretim Okullarına düşen nüfus oranı ise 2 bin 335 kişi.
Cami başına düşen nüfus oranı mı? Sadece 803 kişi!
Yani cami fazla, okul ve hastane az!
Komşumuza baktım;  
İslam Cumhuriyeti olan İran’da Şiilere ve Sünnilere ait camii sayısı toplam: 68 bin! 
Mısır’da 67 bin!, Arabistan’da ise 38 bin!
1995 yılında İran’daki okul sayısı 96 bin 474!
OECD Ülkeleri referans alındığında, Türkiye’de sadece İlköğretimde derslik açığı oranı 158 bin 999 civarındadır. Laik Türkiye Cumhuriyetinin, Fen ve Matematik Eğitiminde, İslam Cumhuriyeti İran’ın gerisinde kaldığına şaşırmadım.
SİVİLLEŞİYORMUŞUZ!
Türkiye’de 94.075 dernek faal durumda.  Bu sevindirici!
Fakat Sivil Haklar Dernekleri sayısı 863
Öğrenci Dernekleri sayısı 308
Opera Sanatçıları Derneği sayısı 1
Tiyatro Dernekleri sayısı 9
Cami ve Kuran Kursu Dernekleri sayısı mı? 16.110!
Kuran Kursu Sayısı mı?  18 Bin!
Kuran Kurslarına gidenlerin sayısı 3 milyonu aştı!
Sanatsız ve kitapsız Türkiye için yarıştayız;
Devlet Tiyatro sayımız mı? Sadece 58!
Kütüphanelerimiz mi? 1.502!
Almanya’da 11.332 halk kütüphanesi var!
İlahiyat Fakültesi sayısı mı?
2003 yılında, 27 tane
Şimdi mi?  83 İlahiyat Fakültesi var!
Devlet üniversitesi sayımız ise, Maalesef 103’te kaldı! "

Sayıların yorumlarına geçmeden önce sizinle bir resim paylaşmak istiyorum.
Burası ailemin Ankara'da oturduğu mahallenin google mapsten görüntüsü. Kadrajdaki bölüm takribi 10 kilometre karelik bir alan. Eğer yanlış saymadıysam gözümden kaçanlar hariç bu bölgede yaklaşık 26 tane cami var. Evet yanlış duymadınız 10 kilometre karede minimum 26 tane cami var. Evin etrafındaki 2 kilometre karelik alanda ise tam 15 tane cami var. Yani 10-15 dakika yürüme mesafesinde 15 cami var.

Peki yaklaşık 160 bin dersliğe daha ihtiyaç varken, 75 milyonluk ülkede 1500 kütüphane varken (ki Almanya'da bu sayı yaklaşık 11 bin), hastane başına 51 bin, doktor başına 1084 kisi düşerken, 10 yılda (ki bu neredeyse Cumhuriyet tarihimizin 9 da 1'i) ülkeye hiç bir ilk ve ortaokul kazandırmadan 14 bin (!) tane cami, 54 bin tane imam yetiştirmenin mantığı nedir? 

Ülkeyi yönetenler dindar bir nesil yetiştirmek istediklerini zaten alenen beyan ettiler ve niyetlerini getirdikleri seçmeli (!) din dersleri ve Diyanet'e ayırdıkları parayla zaten belli ettiler. (http://t24.com.tr/haber/diyanetin-butcesi-11-bakanligi-geride-birakti/215871). 

"Diyanet İşleri Başkanlığı, 2013 bütçesinden aldığı payla 11 bakanlık bütçesini geride bıraktı. 2012 bütçesinden 3 milyar 891 milyon lira alan Diyanet'e 2013 bütçesinden 4 milyar 604 milyon lira ayrıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı 4 milyar 604 milyon liralık bütçe büyüklüğüyle; İçişleri Bakanlığı 2 milyar 888 milyon, Sağlık Bakanlığı 2 milyar 490 milyon, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Teknoloji Bakanlığı 2 milyar 469 milyon, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 1 milyar 880 milyon, Kültür ve Turizm Bakanlığı (Ertuğrul Günay) 1 milyar 851 milyon, Dışişleri Bakanlığı 1 milyar 614 milyon, Ekonomi Bakanlığı 1 milyar 381 milyon, Kalkınma Bakanlığı 1 milyar 198 milyon, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 600 milyon, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı 503 milyon ile Avrupa Birliği Bakanlığı’nı 213 milyon solladı."

Görüldüğü üzere AKP hükümetinin sadece sünnileri temsil eden Diyanet İşlerine Bakanlığı'na ayırdığı bütçe, Bilim ve Teknolojiye Bakanlığı'na ve Sağlık Bakanlığı'na ayırdığının 2 katı (!). Bu minvalde düşününce 10 yılda ilk ve ortaokul sayısının artmamasını, hastane sayısı 339 artarken 14 bin cami yapılmasını, 150 bin imamımızın olmasını şaşırtıcı bulmamak lazım. Bazı arkadaşlar camilerin bağışlarla yapıldığını ve işletildiğini ve devlete ekstra yük getirmediğini öne sürebilir. Lakin 160 bin dersliğe ihtiyaç varken, sağlık konusunda hala ciddi eksiklikler bulunuyorken ısrarla cami yapmak neyle açıklanabilir?


Etrafımızda adım başı cami bulunuyorken hala inatla cami yapma ısrarını; 308 öğrenci derneği, 863 sivil toplum kuruluşu, 9 tiyatro derneği varken daha 6-7 yaşlarındaki çocukların sadece Arapça harfleri öğrensinler diye sayıları 18 bine ulaşan Kur'an kurslarina yollanmasiyla ilişkilendirebilir miyiz sizce?


Komşusu açken kendisinin tok yatmaması emredilen, ilk emri oku olan (Alak Suresi), ilim Çin'de bile olsa gidip aliniz diyen peygamberi olan bir dinin mensuplari olarak bu bağışlarla okullar, kütüphaneler, hastaneler açsak; fakir doyursak, maddi imkansızlıklardan dolayı okuyamayan çocukları okula göndersek, kış günlerinde üşümesinler diye üstlerine bir mont alsak o sepete para atarak evimize 100 m daha yaklaşacak camiye göre daha  mı az sevap kazanırız yani?


En derin saygılarımla,





2 Şubat 2013 Cumartesi

Ankaralı olmak...

Öyledir ademoğlu. Elindekileri kaybetmeden değerini anlamaz. Kimse sabah kalkınca ne kadar da sağlıklıyım demez. Ta ki ilk gripte aman öldüm Allah diyene kadar. Anlarsın işte o zaman sağlığının kıymetini, burnunun akmamasının, başının ağırmamasının kıymetini. Sonra tekrar sağlığına kavuşunca yine bir vurdumduymazlık, aymazlık hissi yayılır bünyeye. Öyledir işte ademoğlu, elindekilerin kıymetini onlardan uzaklaşınca anlar. Tıpkı benim Ankara ile olan ilişkim gibi.

Griydi havası, zaman zaman kuşları öldürecek kadar kirli. Yoktu hafta sonu belki gidecek bir yeri kafe ya da AVM'lerinden başka. Götürecek bir yer gelmiyordu insanın aklına bir arkadaşı onu ziyaret ettiğinde. Artıyordu trafiği yıllar içerisinde, çile olma yolunda emin adımlarla ilerleyerek. Haftada iki kere dışarı çıksan belki birkaç aya gidilecek yeri kalmıyordu. Yavan geliyordu Google'a Ankara yazınca Anıtkabir ve Atakule dışında bir yapısının çıkmaması. Sıradan geliyordu işte Cumhuriyet'in kurulduğu topraklar, ülkenin başkenti. Bunca insanın bir arada yaşayıp nasıl böyle hala küçük kalabildiğine kafa yoruyordum o zamanlar. Anlamıyordum işte değerini; hep varmış, hep var olacakmış gibi geliyor, değersiz gözüküyordu gözüme. Bilemiyordum o vakitler, anlatmaya kelimelerin kifayetsiz kalacağı bu şehri anca ondan uzaklaşınca anlayacağımı. Bilemiyordum o zaman belki de sıradanın sıradışı, sıradışının da sıradan olduğunu.


Kazın ayağının öyle olmadığını anlamam için birkaç yıl Ankara dışında yaşamam gerekiyormuş meğer. Peki nedir Ankara? Nedir bu bozkırın ortasındaki, ahım şahım bir doğal güzelliği olmayan şehri cezbedici kılan? 

Ankara'da doğmuş, hayatının 23 yılını yani çocukluğunu, ergenliğini ve ilk gençlik yıllarını Ankara'da geçirmiş bir zat tarafindan kaleme alınıyor bu satırlar. İşte Ankara'da uzun süre yaşamayanların bilmediği, tanımadığı ve büyük bir ihtimalle de anlayamadıkları için beyhude bakışlarla okuyacakları bir gözle Ankara. 

Kuğulu Park'ta kuğulara yem atmak, banka yaslanıp doğayı izlemektir Ankara. Ya memur bir anne ya da memur bir babanın "bebesi" olmaktır. Ne kadar çok la, bebe, lan kelimesini kullanıyorsun diyen İstanbullu arkadaşa la ne alakası var bebe deyince fark etmektir gerçeği. Sayı saymayı 17 günde, 38 günde, 52 günde açılan köprülerden, alt geçitlerden öğrenmektir. Yıllarca siyanürlü su içiren, sular kesilince az su gitsin diye damacanayla dus alip bir ayağını kovaya diğerini leğene sokmanı öneren, yazın köyünüze gitmenizi salık veren, kışın tuz döktüğünü teyit etmeniz için yalamanızı öneren ve iç ısıtan gülümsemesiyle her billboardta görünce gününüze iyi başlamanızı sağlayan belediye başkanını 4 seçim boyunca seçebilmektir. Hosta dönerine alışmış bünyelerin İstanbulluların çok sevdiği ıslak hamburgerine aşağı yukarı şu tepkiyi vermesidir.



Eski ve kült kitaplara ulaşmak için Karanfil İşhanı'ndaki sahaflarla kanka olmak, Zafer Çarşısı'ndan ÖSS (şimdiki adıyla YGS) kitaplarını almak, İngillizce ve korsan kitaplara Olgunlar'da ulaşmak, yeri gelince oturup Olgunlar'da kendi ikinci el kitabını satmaktır.


 Şampiyonluk kutlamalarını Kızılay meydanında (Güvenpark) yapmaktır.


Şef 500 diye yanına sokulanlarla, isteğin dışında Metro'da sana kart basmak isteyenlerle, zorla sana gül satmak isteyenlerle mücadele ederek hayatta kalmayı öğrenmektir Ankara. Karum'un, hatta merdivenlerinin bile ciks olduğu günleri hatırlamak, dışarı çıktığın kıza hava atmak için Arjantin'e götürüp paranın para zamanı bir şişe kolaya 13 lira vermektir. Gençlik Parkı'ndaki İtalyan Traktör'ünden bozuk para düşürmek, çingenelere 3 penaltı atıp Marlboro kazanmaktır Ankara. Ankara oyun havası eşliğinde Balerin'e binmek, çarpışan otolarda sıra kapmak için çetin bir mücadeleye girmektir. Çubuk Barajı'nda, Ahlatlıbel'de, Bağlum'da,  Gölbaşı'nda (Mogan Gölü), Mavi Göl'de, Göksü Park'ta piknik yapmak, Eymir'de eşsiz göl manzaralı brunch yapmaktır Ankara. Metropoldür, Megapoldür, Ankapoldür, Kızılırmak Sineması'dır, yaşı yetenler için Melek Sineması'dır. Her türlü CD'yi, elektronik eşyayı Maltepe Pazarı'ndan bulmak, vay gömlek de markaymış laflarına, gömleği Sosyete Pazarı'ndan almanın verdiği realiteyle bıyık altından gülmektir. Sakarya'dır, samimiyettir Ankara, biranın tekel bayisinde bile 2.5 lira olduğu zamanlarda yan masadaki hayatlara 3 liraya konuk olmaktır.  Yeri gelince Sakarya'da Adres, Yaren, Fikrim, Mektup Türkü Evleri'nde halay çekmek, yeri gelince Eski Yeni'de bira içmek, Hayyami'de Şarap, Mısır'da Tömbeki'de nargile içmektir. Biraz parayı bulunca Park Caddesi'dir, Çayyolu'dur, Konutkent'tir. Bahçeli 7. Cadde'de kız kesmek, arabayla amaçsız geçmektir. Arkadaşlarınla YKM'nin, Dost Kitapevi'nin önünde buluşmak, dersaneye Kızılay'daki on yüz milyon dersaneden birine gitmektir. Tunalı'nın Hilmi'sini atıp gecenin ilerleyen saatlerinde Bestakar'ını eklemektir. Sevgilinize Kumrulardan gül alıp, Playstation'ın çipini Kızılay tüp geçitte kırdırmaktır. Seğmenler Parkı'ndaki kaba et donduran ayazı arkadaş muhabbeti ve arpa suyuyla bertaraf etmektir. Esertepe'den şehre bakıp şehirle sen mi büyüksün ben mi sidik muhabbetine girmektir. Körüklü Ikarusların demirlerinin üzerinde gidebilmeyi maharet bellemek,  Ankaragücü maçından sonra dünyanın en lezzetli ve antihijyenik köftesini (stat önü) tüketirken Allah Allah nidalarıyla döner bıçaklarıyla üzerine gelen güruhu görüp salisenin 10'da 1'inde atkıyı çantaya sokabilmektir. Simit'in en bir hasını yiyebilmektir.

Ulus Çankırı Caddesi'ndeki pavyonlara  (Kral ve Ben,   Kristal, 06 Oyun Havalari, Elhamra...) tarlayı satıp parayı basmak, biz öğrenciyiz abi sağol kons almayacaz demektir.


Beypazarı'nda kuru, Kızılcahamam'da öğlene kadar yetişebilirsen kavurma yemektir. Her mitingte, kutlamada, bayramda, ya Ulus ya Tandoğan meydanında toplanıp atamızın huzuruna Anıtkabir'e yürümektir. AOÇ'de hayvanat bahçesini gezmek, dünyanın sayılı dondurmalarından birini yemek, çekilen kafayı kokoreçle dağıtmak demektir. Sıhhıye denilince aklına bilimum hastane ve geyik heykelinin gelmesi, Ulus denilince Atatürk heykelinin gözünde canlanması demektir. Saman pazarıdır, at pazarıdır, çıkrıkçılar yokuşudur, Kaleiçi'dir Ankara. Bentderesi'ndeki mavi pencerelerin önünden geçince ağza yayılan yavşak gülümsemedir. Çocukken en büyük eğlencenin Atakule'deki Dreamland olması demektir. Ankara; 52 Ciğer, Kebap 49, Tavacı Recep, Aspava, Hacı Arif demektir. Ankara Mülkiye, ODTU, Hacettepe, Gazi, Bilkent, Ankara Üniversitesi demektir. Ankaralı olmak tekdüzelikten bile mazoşist bir zevk alabilmek, alışkanlıklardan haz alabilmektir.

Yazacak daha nice şey var elbette ama bu kadarı şimdilik kafi. Yazımı Yılmaz Erdoğan'ın bir şiiriyle noktalayım. Sağlıcakla kalın.


ankara ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
kimse keman çalmaz belki ama
çok keman çalınsın balolarında diye yapılmış
gri
sisli
binalar...
alnının ortasında
ciddi bir devlet asabiyeti.
çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar,
bu zulüm
bu sevda
bitmezmiş sevmek ..
bir halkı sevmekse aşk, o zaman sevmekmiş!

(biz bir şeyi delicesine severiz ama tanrım neyi?..)

kahve önü çatlak mozaik
bel kemiğine tehdit
kürsüler üstünde
çok sigara içen öğrenciler..
bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken..
hep onu sevmeyenleri severek..
hep onu sevenin gözlerinden kalabalıklara kaçarak..
karışarak toplumcu gerçekçi, yalnızlıklara..
yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını,
bir izmirli güzele dayatmak varken..

(hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın halkların sevgililiği!..)

soyut bir sevdaya beşik kertilmiş olan..
dağda çoban,
şehirde şark çıbanı sayılan..
fırat'ın büyük elleri..
ararat'ın kız yelleri..
cilo'nun derin nefesleri..
hülasa
kente hukuk mukuk okumaya
mümkünse o arada da
memleketi kurtarmaya gelmiş
anadolu çocukları..

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar..

belki balkona kar seyretmeye çıkar diye
sevdiğimiz kızlar
çok dibimiz donmuştur
ve çoğu zaman bu kar mevzuu
kızlara yeterince ilginç gelmemiştir..

hiçbir şey kapalı bir dükkan kadar
hüzünlü gelmez insana ankara'da..
"yoksa bugün bir hayat yaşanmayacak mı?"
duygusu çöker bütün bozkıra..

kimse keman çalmaz belki
belki bu film hiçbir zaman
o kadar fiyakalı olmayacak ama
hiçbir lahmacunda
o okul yolundaki
üçüncü sınıf lokantadakinin
tadını vermeyecek bir daha..
çok daha iyilerini yedim sonra
bizzat urfa'da hatta..
ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya..

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
çok yabancı bir soluk duyulur bazı
bilinmez bir dilin ıslığından..
anla ki,
sıkıldı bizim konsolosluktaki konuklar..
öyle deme ankara'yı sevmeyene bir zulümdür..
bu kadar insanın
neden ankara'yı sevdiğini anlamadan ankara'da yaşamak..

yollarına hep sevdiğimiz insanların adlarını vermediler ama
biz her duvara
bilvesile
onların adını yazarak yaşadık..
kül ve betondan mürekkep
yaşadıkça yaşanılası gelen
o tuhaf bozkır kokusunda..

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.
asfaltlar ışıldar...
bir günden bir sürü gün yapan
mesai saatlerinde hiçbir şey yapan
hiçbir şey alıp, hiçbir şey sunan
rakıyı bol sulu içen
dokunmasın için değil!
çabuk bitmesin diye devletimin tekel rakısı..
hep kağıtlara bakarak,
hep kağıtlardan bakarak..
hem neşet ertaş'ı hem bülent ersoy'u
aynı anda sevmeyi başararak..
karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı
çok beğenmeyerek
ama yine de bu tasarrufunu takdir ederek..
boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken
hep bir şeylere
birilerine küsmüş gibi yürüyen...
memurlar.......

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
biz,
şimdi kapalı bir kuruyemişçi dükkanının
-ki bütün plan kar altında
tuzsuz ay çekirdeği çitleyip
yanı sıra bafra içmektir-
kötü ışıklandırılmış vitrininden
umutsuzca içeri bakan,
kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,
"merhaba"dan çok,
"çıkar ulan kimliğini" denmiş,
-yani sistem kendi verdiği kimliği
zırt pırt geri istemektedir-
doğduğu yer yüzünden
doğuştan kavgacı zannedilen
ama pek çoğu kavgadan nefret eden
kavgacı..
esmer..
cesur..
korkak..
çoğu kürt..
çoğu türk..
çocuklardık...

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....
ha sonra
belki ahmed arif'in aklına
hiçbir şairin aklına gelmeyecek
-çünkü hiçkimse bir daha ankara'yı
o'nun kadar sevemeyecek-

bir şiir işlenir:
kar altındadır varoşlar
hasretim, nazlıdır ankara.....

ustam yine sen bilirsin ama
hangi aralıkta bir şair ölmüşse
işte o, en netameli aydır bence.

ankara'ya öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar...
yalanlar...

şimdi ve sonra
ne zaman ankara'ya kar yağsa
elim..
gönlüm..
çocukluğum buz tutar..