Öyledir ademoğlu. Elindekileri kaybetmeden değerini anlamaz. Kimse sabah kalkınca ne kadar da sağlıklıyım demez. Ta ki ilk gripte aman öldüm Allah diyene kadar. Anlarsın işte o zaman sağlığının kıymetini, burnunun akmamasının, başının ağırmamasının kıymetini. Sonra tekrar sağlığına kavuşunca yine bir vurdumduymazlık, aymazlık hissi yayılır bünyeye. Öyledir işte ademoğlu, elindekilerin kıymetini onlardan uzaklaşınca anlar. Tıpkı benim Ankara ile olan ilişkim gibi.
Griydi havası, zaman zaman kuşları öldürecek kadar kirli. Yoktu hafta sonu belki gidecek bir yeri kafe ya da AVM'lerinden başka. Götürecek bir yer gelmiyordu insanın aklına bir arkadaşı onu ziyaret ettiğinde. Artıyordu trafiği yıllar içerisinde, çile olma yolunda emin adımlarla ilerleyerek. Haftada iki kere dışarı çıksan belki birkaç aya gidilecek yeri kalmıyordu. Yavan geliyordu Google'a Ankara yazınca Anıtkabir ve Atakule dışında bir yapısının çıkmaması. Sıradan geliyordu işte Cumhuriyet'in kurulduğu topraklar, ülkenin başkenti. Bunca insanın bir arada yaşayıp nasıl böyle hala küçük kalabildiğine kafa yoruyordum o zamanlar. Anlamıyordum işte değerini; hep varmış, hep var olacakmış gibi geliyor, değersiz gözüküyordu gözüme. Bilemiyordum o vakitler, anlatmaya kelimelerin kifayetsiz kalacağı bu şehri anca ondan uzaklaşınca anlayacağımı. Bilemiyordum o zaman belki de sıradanın sıradışı, sıradışının da sıradan olduğunu.
Kazın ayağının öyle olmadığını anlamam için birkaç yıl Ankara dışında yaşamam gerekiyormuş meğer. Peki nedir Ankara? Nedir bu bozkırın ortasındaki, ahım şahım bir doğal güzelliği olmayan şehri cezbedici kılan?
Ankara'da doğmuş, hayatının 23 yılını yani çocukluğunu, ergenliğini ve ilk gençlik yıllarını Ankara'da geçirmiş bir zat tarafindan kaleme alınıyor bu satırlar. İşte Ankara'da uzun süre yaşamayanların bilmediği, tanımadığı ve büyük bir ihtimalle de anlayamadıkları için beyhude bakışlarla okuyacakları bir gözle Ankara.
Kuğulu Park'ta kuğulara yem atmak, banka yaslanıp doğayı izlemektir Ankara. Ya memur bir anne ya da memur bir babanın "bebesi" olmaktır. Ne kadar çok la, bebe, lan kelimesini kullanıyorsun diyen İstanbullu arkadaşa la ne alakası var bebe deyince fark etmektir gerçeği. Sayı saymayı 17 günde, 38 günde, 52 günde açılan köprülerden, alt geçitlerden öğrenmektir. Yıllarca siyanürlü su içiren, sular kesilince az su gitsin diye damacanayla dus alip bir ayağını kovaya diğerini leğene sokmanı öneren, yazın köyünüze gitmenizi salık veren, kışın tuz döktüğünü teyit etmeniz için yalamanızı öneren ve iç ısıtan gülümsemesiyle her billboardta görünce gününüze iyi başlamanızı sağlayan belediye başkanını 4 seçim boyunca seçebilmektir. Hosta dönerine alışmış bünyelerin İstanbulluların çok sevdiği ıslak hamburgerine aşağı yukarı şu tepkiyi vermesidir.
Eski ve kült kitaplara ulaşmak için Karanfil İşhanı'ndaki sahaflarla kanka olmak, Zafer Çarşısı'ndan ÖSS (şimdiki adıyla YGS) kitaplarını almak, İngillizce ve korsan kitaplara Olgunlar'da ulaşmak, yeri gelince oturup Olgunlar'da kendi ikinci el kitabını satmaktır.
Şampiyonluk kutlamalarını Kızılay meydanında (Güvenpark) yapmaktır.
Şef 500 diye yanına sokulanlarla, isteğin dışında Metro'da sana kart basmak isteyenlerle, zorla sana gül satmak isteyenlerle mücadele ederek hayatta kalmayı öğrenmektir Ankara. Karum'un, hatta merdivenlerinin bile ciks olduğu günleri hatırlamak, dışarı çıktığın kıza hava atmak için Arjantin'e götürüp paranın para zamanı bir şişe kolaya 13 lira vermektir. Gençlik Parkı'ndaki İtalyan Traktör'ünden bozuk para düşürmek, çingenelere 3 penaltı atıp Marlboro kazanmaktır Ankara. Ankara oyun havası eşliğinde Balerin'e binmek, çarpışan otolarda sıra kapmak için çetin bir mücadeleye girmektir. Çubuk Barajı'nda, Ahlatlıbel'de, Bağlum'da, Gölbaşı'nda (Mogan Gölü), Mavi Göl'de, Göksü Park'ta piknik yapmak, Eymir'de eşsiz göl manzaralı brunch yapmaktır Ankara. Metropoldür, Megapoldür, Ankapoldür, Kızılırmak Sineması'dır, yaşı yetenler için Melek Sineması'dır. Her türlü CD'yi, elektronik eşyayı Maltepe Pazarı'ndan bulmak, vay gömlek de markaymış laflarına, gömleği Sosyete Pazarı'ndan almanın verdiği realiteyle bıyık altından gülmektir. Sakarya'dır, samimiyettir Ankara, biranın tekel bayisinde bile 2.5 lira olduğu zamanlarda yan masadaki hayatlara 3 liraya konuk olmaktır. Yeri gelince Sakarya'da Adres, Yaren, Fikrim, Mektup Türkü Evleri'nde halay çekmek, yeri gelince Eski Yeni'de bira içmek, Hayyami'de Şarap, Mısır'da Tömbeki'de nargile içmektir. Biraz parayı bulunca Park Caddesi'dir, Çayyolu'dur, Konutkent'tir. Bahçeli 7. Cadde'de kız kesmek, arabayla amaçsız geçmektir. Arkadaşlarınla YKM'nin, Dost Kitapevi'nin önünde buluşmak, dersaneye Kızılay'daki on yüz milyon dersaneden birine gitmektir. Tunalı'nın Hilmi'sini atıp gecenin ilerleyen saatlerinde Bestakar'ını eklemektir. Sevgilinize Kumrulardan gül alıp, Playstation'ın çipini Kızılay tüp geçitte kırdırmaktır. Seğmenler Parkı'ndaki kaba et donduran ayazı arkadaş muhabbeti ve arpa suyuyla bertaraf etmektir. Esertepe'den şehre bakıp şehirle sen mi büyüksün ben mi sidik muhabbetine girmektir. Körüklü Ikarusların demirlerinin üzerinde gidebilmeyi maharet bellemek, Ankaragücü maçından sonra dünyanın en lezzetli ve antihijyenik köftesini (stat önü) tüketirken Allah Allah nidalarıyla döner bıçaklarıyla üzerine gelen güruhu görüp salisenin 10'da 1'inde atkıyı çantaya sokabilmektir. Simit'in en bir hasını yiyebilmektir.
Ulus Çankırı Caddesi'ndeki pavyonlara (Kral ve Ben, Kristal, 06 Oyun Havalari, Elhamra...) tarlayı satıp parayı basmak, biz öğrenciyiz abi sağol kons almayacaz demektir.
Beypazarı'nda kuru, Kızılcahamam'da öğlene kadar yetişebilirsen kavurma yemektir. Her mitingte, kutlamada, bayramda, ya Ulus ya Tandoğan meydanında toplanıp atamızın huzuruna Anıtkabir'e yürümektir. AOÇ'de hayvanat bahçesini gezmek, dünyanın sayılı dondurmalarından birini yemek, çekilen kafayı kokoreçle dağıtmak demektir. Sıhhıye denilince aklına bilimum hastane ve geyik heykelinin gelmesi, Ulus denilince Atatürk heykelinin gözünde canlanması demektir. Saman pazarıdır, at pazarıdır, çıkrıkçılar yokuşudur, Kaleiçi'dir Ankara. Bentderesi'ndeki mavi pencerelerin önünden geçince ağza yayılan yavşak gülümsemedir. Çocukken en büyük eğlencenin Atakule'deki Dreamland olması demektir. Ankara; 52 Ciğer, Kebap 49, Tavacı Recep, Aspava, Hacı Arif demektir. Ankara Mülkiye, ODTU, Hacettepe, Gazi, Bilkent, Ankara Üniversitesi demektir. Ankaralı olmak tekdüzelikten bile mazoşist bir zevk alabilmek, alışkanlıklardan haz alabilmektir.
Yazacak daha nice şey var elbette ama bu kadarı şimdilik kafi. Yazımı Yılmaz Erdoğan'ın bir şiiriyle noktalayım. Sağlıcakla kalın.
ankara ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
kimse keman çalmaz belki ama
çok keman çalınsın balolarında diye yapılmış
gri
sisli
binalar...
alnının ortasında
ciddi bir devlet asabiyeti.
çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar,
bu zulüm
bu sevda
bitmezmiş sevmek ..
bir halkı sevmekse aşk, o zaman sevmekmiş!
(biz bir şeyi delicesine severiz ama tanrım neyi?..)
kahve önü çatlak mozaik
bel kemiğine tehdit
kürsüler üstünde
çok sigara içen öğrenciler..
bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken..
hep onu sevmeyenleri severek..
hep onu sevenin gözlerinden kalabalıklara kaçarak..
karışarak toplumcu gerçekçi, yalnızlıklara..
yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını,
bir izmirli güzele dayatmak varken..
(hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın halkların sevgililiği!..)
soyut bir sevdaya beşik kertilmiş olan..
dağda çoban,
şehirde şark çıbanı sayılan..
fırat'ın büyük elleri..
ararat'ın kız yelleri..
cilo'nun derin nefesleri..
hülasa
kente hukuk mukuk okumaya
mümkünse o arada da
memleketi kurtarmaya gelmiş
anadolu çocukları..
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar..
belki balkona kar seyretmeye çıkar diye
sevdiğimiz kızlar
çok dibimiz donmuştur
ve çoğu zaman bu kar mevzuu
kızlara yeterince ilginç gelmemiştir..
hiçbir şey kapalı bir dükkan kadar
hüzünlü gelmez insana ankara'da..
"yoksa bugün bir hayat yaşanmayacak mı?"
duygusu çöker bütün bozkıra..
kimse keman çalmaz belki
belki bu film hiçbir zaman
o kadar fiyakalı olmayacak ama
hiçbir lahmacunda
o okul yolundaki
üçüncü sınıf lokantadakinin
tadını vermeyecek bir daha..
çok daha iyilerini yedim sonra
bizzat urfa'da hatta..
ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya..
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
çok yabancı bir soluk duyulur bazı
bilinmez bir dilin ıslığından..
anla ki,
sıkıldı bizim konsolosluktaki konuklar..
öyle deme ankara'yı sevmeyene bir zulümdür..
bu kadar insanın
neden ankara'yı sevdiğini anlamadan ankara'da yaşamak..
yollarına hep sevdiğimiz insanların adlarını vermediler ama
biz her duvara
bilvesile
onların adını yazarak yaşadık..
kül ve betondan mürekkep
yaşadıkça yaşanılası gelen
o tuhaf bozkır kokusunda..
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.
asfaltlar ışıldar...
bir günden bir sürü gün yapan
mesai saatlerinde hiçbir şey yapan
hiçbir şey alıp, hiçbir şey sunan
rakıyı bol sulu içen
dokunmasın için değil!
çabuk bitmesin diye devletimin tekel rakısı..
hep kağıtlara bakarak,
hep kağıtlardan bakarak..
hem neşet ertaş'ı hem bülent ersoy'u
aynı anda sevmeyi başararak..
karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı
çok beğenmeyerek
ama yine de bu tasarrufunu takdir ederek..
boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken
hep bir şeylere
birilerine küsmüş gibi yürüyen...
memurlar.......
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
biz,
şimdi kapalı bir kuruyemişçi dükkanının
-ki bütün plan kar altında
tuzsuz ay çekirdeği çitleyip
yanı sıra bafra içmektir-
kötü ışıklandırılmış vitrininden
umutsuzca içeri bakan,
kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,
"merhaba"dan çok,
"çıkar ulan kimliğini" denmiş,
-yani sistem kendi verdiği kimliği
zırt pırt geri istemektedir-
doğduğu yer yüzünden
doğuştan kavgacı zannedilen
ama pek çoğu kavgadan nefret eden
kavgacı..
esmer..
cesur..
korkak..
çoğu kürt..
çoğu türk..
çocuklardık...
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....
ha sonra
belki ahmed arif'in aklına
hiçbir şairin aklına gelmeyecek
-çünkü hiçkimse bir daha ankara'yı
o'nun kadar sevemeyecek-
bir şiir işlenir:
kar altındadır varoşlar
hasretim, nazlıdır ankara.....
ustam yine sen bilirsin ama
hangi aralıkta bir şair ölmüşse
işte o, en netameli aydır bence.
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar...
yalanlar...
şimdi ve sonra
ne zaman ankara'ya kar yağsa
elim..
gönlüm..
çocukluğum buz tutar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
kimse keman çalmaz belki ama
çok keman çalınsın balolarında diye yapılmış
gri
sisli
binalar...
alnının ortasında
ciddi bir devlet asabiyeti.
çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar,
bu zulüm
bu sevda
bitmezmiş sevmek ..
bir halkı sevmekse aşk, o zaman sevmekmiş!
(biz bir şeyi delicesine severiz ama tanrım neyi?..)
kahve önü çatlak mozaik
bel kemiğine tehdit
kürsüler üstünde
çok sigara içen öğrenciler..
bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken..
hep onu sevmeyenleri severek..
hep onu sevenin gözlerinden kalabalıklara kaçarak..
karışarak toplumcu gerçekçi, yalnızlıklara..
yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını,
bir izmirli güzele dayatmak varken..
(hep kardeş olacak değiliz ya, yaşasın halkların sevgililiği!..)
soyut bir sevdaya beşik kertilmiş olan..
dağda çoban,
şehirde şark çıbanı sayılan..
fırat'ın büyük elleri..
ararat'ın kız yelleri..
cilo'nun derin nefesleri..
hülasa
kente hukuk mukuk okumaya
mümkünse o arada da
memleketi kurtarmaya gelmiş
anadolu çocukları..
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar..
belki balkona kar seyretmeye çıkar diye
sevdiğimiz kızlar
çok dibimiz donmuştur
ve çoğu zaman bu kar mevzuu
kızlara yeterince ilginç gelmemiştir..
hiçbir şey kapalı bir dükkan kadar
hüzünlü gelmez insana ankara'da..
"yoksa bugün bir hayat yaşanmayacak mı?"
duygusu çöker bütün bozkıra..
kimse keman çalmaz belki
belki bu film hiçbir zaman
o kadar fiyakalı olmayacak ama
hiçbir lahmacunda
o okul yolundaki
üçüncü sınıf lokantadakinin
tadını vermeyecek bir daha..
çok daha iyilerini yedim sonra
bizzat urfa'da hatta..
ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya..
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
çok yabancı bir soluk duyulur bazı
bilinmez bir dilin ıslığından..
anla ki,
sıkıldı bizim konsolosluktaki konuklar..
öyle deme ankara'yı sevmeyene bir zulümdür..
bu kadar insanın
neden ankara'yı sevdiğini anlamadan ankara'da yaşamak..
yollarına hep sevdiğimiz insanların adlarını vermediler ama
biz her duvara
bilvesile
onların adını yazarak yaşadık..
kül ve betondan mürekkep
yaşadıkça yaşanılası gelen
o tuhaf bozkır kokusunda..
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.
asfaltlar ışıldar...
bir günden bir sürü gün yapan
mesai saatlerinde hiçbir şey yapan
hiçbir şey alıp, hiçbir şey sunan
rakıyı bol sulu içen
dokunmasın için değil!
çabuk bitmesin diye devletimin tekel rakısı..
hep kağıtlara bakarak,
hep kağıtlardan bakarak..
hem neşet ertaş'ı hem bülent ersoy'u
aynı anda sevmeyi başararak..
karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı
çok beğenmeyerek
ama yine de bu tasarrufunu takdir ederek..
boynu hep kıdemli bir atkının içinde saklıyken
hep bir şeylere
birilerine küsmüş gibi yürüyen...
memurlar.......
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar..
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...
biz,
şimdi kapalı bir kuruyemişçi dükkanının
-ki bütün plan kar altında
tuzsuz ay çekirdeği çitleyip
yanı sıra bafra içmektir-
kötü ışıklandırılmış vitrininden
umutsuzca içeri bakan,
kimliği gereğinden fazla sorgulanmış,
"merhaba"dan çok,
"çıkar ulan kimliğini" denmiş,
-yani sistem kendi verdiği kimliği
zırt pırt geri istemektedir-
doğduğu yer yüzünden
doğuştan kavgacı zannedilen
ama pek çoğu kavgadan nefret eden
kavgacı..
esmer..
cesur..
korkak..
çoğu kürt..
çoğu türk..
çocuklardık...
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar....
ha sonra
belki ahmed arif'in aklına
hiçbir şairin aklına gelmeyecek
-çünkü hiçkimse bir daha ankara'yı
o'nun kadar sevemeyecek-
bir şiir işlenir:
kar altındadır varoşlar
hasretim, nazlıdır ankara.....
ustam yine sen bilirsin ama
hangi aralıkta bir şair ölmüşse
işte o, en netameli aydır bence.
ankara'ya öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar...
yalanlar...
şimdi ve sonra
ne zaman ankara'ya kar yağsa
elim..
gönlüm..
çocukluğum buz tutar..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder