22 Aralık 2012 Cumartesi

Bir gundem degistirgeci olarak Basbakan! Uysa da kodum uymasa da kodum.

Asagida okudugunuz satirlarin hepsi 30 Mayis 2012 tarihinde 36-42 Kuzey paralelleri, 26-45 Dogu meridyenleri arasinda bulunan, son 10 yildir AKP tek parti iktidariyla yonetilen Turkiye'de 24 saat icinde yasanan olaylardan derlenmistir. Gelin hep birlikte inceleyelim:

- Polise astımlı olduğunu söylemesine rağmen biber gazı yiyerek ölen gencin hastane önünde eylem yapan ailesine de biber gazı sıkıldı.
- Sağlık bakanı "tecavüze uğrayan kadının bebeğine devlet bakar" dedi.
- Kürtajı yasaklayacak kanunun haziranda meclise sunulacağı açıklandı.
- Havayolu çalışanlarına grev yasağı getiren yasa meclisten geçti.
- 300 THY çalışanı grev yaptığı için işten çıkarıldı.
- "Gazeteci gözüyle sansür ve otosansür" adlı çalışmayı hazırlayan Bilgi Universitesi Medya ve Iletişim Sistemleri Fakültesi öğretim görevlisi Esra Arsan Bilgi Universitesi'ndeki işinden atıldı.
- Emniyet güçlerinin copları demire çevrildi.
- KCK davasında avukatlık yapan 103 avukat hakkında soruşturma başlatıldı.
- 16 yıllık Yeni Safak yazarı Ali Akel, hükümetin Uludere'deki tutumunu eleştirdiği için gazetesinden kovuldu ve bunu kabul edilebilir bulduğunu açıkladı.
- RTUK üyelerinden gelen 'tavsiye' kararının ardından, 1 kadın, 1 erkek dizisindeki çiftin yeni bölümde evlendirilmesine karar verildi.
- Tütün ve alkole %15 zam geldi
- 3. köprü ihalesi yapıldı
- Milli Eğitim Bakanlığı'nın okullarda sağladığı internet hizmetinde Google'a girilmediği ortaya çıktı.
- 3. yargı paketinin 11 maddesi komisyondan geçti ve avukatların dosyalara erişimine daha da kısıtlama getirildi
- Eskişehir'de kürtaj ve sezaryen tartışmalarını protesto etmek için Ak Parti Il Başkanlığı'na yürümek isteyen grupla polis arasında çıkan arbedede 7'si kadın 8 kişi gözaltına alındı.
-TBMM Insan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Ustün 'tecavüz edilen kadın da doğurmalı. Bosna'da pek çok kadın doğurdu. Ozürlü olacak diye bebeği öldürmek de cinayettir' dedi.
- Tarafsız bölge programına katılan aile hekimi Seda Sezer tecavüze uğrayan kişinin kürtaj yaptırmasını değil de tecavüzcüsünü öldürmesi gerektiğini söyledi. 
(Kaynak, 'season when passed'-Eksi sozluk yazari)

Gun gecmiyor ki guzelim memleketimizde yeni bir gundeme uyanmayalim. Gundem o kadar cabuk degisiyor ki artik 1 aylik olaylar neredeyse bir gune sigdiriliyor. Insanlar artik bu hizli degisen gundemi takip edemez oldu. Elbette bu gundem degisikliklerinin teror olaylari, sehit haberleri, zam (guncelleme) haberleri, ekonomik olumsuzluklar, enflasyonun beklentilerden fazla artmasi, bir yolsuzluk olayinin patlak vermesi ya da Anayasa Mahkemesi Baskani'nina senelik 220 bin lira kirasi olan Mercedes arac kiralanmasi gibi olaylardan hemen once ya da hemen sonra patlak vermesi tamamiyle birer tesaduf. Aksi dusunulemez bile.

Gundem degistirme konusunda iki buyuk yol gostericimiz var. Iyi polis rolunde duygusallikta Ibrahim Tatlises'i bile geride birakan; yetimin, haksizliga ugrayanin, iskence gorenin yaninda, empati gurusu, Madimak'ta onca insani gozgore gore yakan insanlarin Avukatligi'ni yapacak kadar vicdan sahibi olmasinin(!) odulunu Meclis Baskanligi'na, Basbakan Yardimciligi'na yukselerek alan, gerektiginde kendi soyledigini aslinda o hic oyle olmamis gibi kendi tekzip etme hassasiyetini gosteren ("Ben de aklima gelse daga cikardim." http://www.hurriyet.com.tr/gundem/22171179.asp, "Daga cikmayi hic dusunmedim.", http://www.ntvmsnbc.com/id/25408242/ ), bir nevi aglama duvari olan Bulent Arinc.

Digeri ise kotu polis rolunde, gerektiginde iyi polisine dahi ayar vermekten cekinmeyen, cevrecilerin daniskasi, alevilerden daha alevi, kimsesizlerin kimsesi,  OSYM ve Ali Demir'i elestirenin serefsiz oldugunu, okula gitmeyen cocugun gerizekali oldugunu, kurtaji savunanin katil oldugunu, yargilanan gazetecilerin terorist oldugunu, Suriye politikamizi elestirenlerin BAAS'ci oldugunu soyleyen, devlet PKK ile gorusmez aksini iddia eden serefsizdir deyip gonderdiysem ben gonderdime baglayacak kadar genis cark dislilerine sahip, gerektiginde eski gomleklerini bir anda cikarabilen, ben esimden once oleyim yoksa bana kim bakar diyecek kadar vefaya(!) sahip, ecdadimizi adi soyadi gibi bilecek kadar tarih profesoru, cinsellik konusunda bir bevliyeci donanimina sahip, bu yola kefenle ve 1500 korumayla cikan; (Sü­ley­man De­mi­rel, Tur­gut Özal, Me­sut Yıl­maz, Bulent Ecevit ve Tan­su Çil­le­r’­in de ara­la­rın­da bu­lun­du­ğu başbakanlar, şo­för­le bir­lik­te 8 ki­şi ta­ra­fın­dan ko­ru­nur­ken Tayyip Erdogan'in yakin koruma sayisi 40 kisilik 5 ekip yani 200 kisi, toplamda ise Basbakanlik'in 1500 korumasi var.) ki Hollanda Basbakan'indan da bu anlamda pek bir farki yok;

hasmetlimiz, ulu onder, buyuk dusunur, 21. yuzyilin lideri, Ortadogu'nun umudu, medar-i iftiharimiz, Araplarin yol gostericisi, multecilerin yoldasi, AKP Bursa milletvekili Huseyin Sahin'e gore ona dokunmanin bile ibadet oldugu, bazi partidaslarina gore "Son Osmanli Padisahi" Recep Tayyip Erdogan.


Bu iki unlu dusunur, sirasiyla gundemi degistiriyorlar. Bazen birinin belirledigi gundemi digeri begenmiyor, bazen birinin gundem yorumuna oburu retweet vari karsi tezle geliyor, bazen biri digerinin cok calistigini ve bu yuzden ona cok uzuldugunu dile getiriyor. Biz vatandaslar ise bir gün uyanıyoruz kürtaj deniyor, bir süre kürtaj tartışılıyor, sonra başkanlık sistemi deniyor, tüm programlarda, gazetelerde harıl harıl başkanlık sistemi tartışılıyor, ertesi gün bir uyanıyoruz diziler, ecdadimiz tartışılıyor yargiya tasinmasi gundeme geliyor, ertesi gün bir uyaniyoruz güçler ayrılığı tartışılıyor. En son gozdemiz ise uzaya gonderecegimiz uydumuz Gokturk-2 ve Basbakan'in ODTU sinirlari icerisinde bulunan TUBITAK'i ziyareti (ki kendisini birkac bakanla beklerken zatalleri 105 koruma araci, 20 zirhli arac, 8 TOMA ve 3600 polisle tesrif etti) sirasinda yasanilan, birlik beraberlige son derece ihtiyac duydugumuz su gunlerde yasanan elim olaylar. Elbette bu gundemin Bilal Erdogan'in 2. gemicigini 10.5 milyon Amerikan dolarina satin aldigi ve ortagi oldugu MB Denizcilik Sirketi'nin hisselerinin %99'unu sermaye artisina gidip satin aldiginin farkedildigi zaman dilimine gelmesi mukadderattan baska bir sey degil.

Uzay, uydu falan demisken gelin insanlik tarihinin Uzay Cagi'na gecisinin tarihcesine bir bakalim. Sovyetler Birliği, doksan beş dakikada bir Dünya’nın çevresini dolaşan ve atmosferik çalışmalar amacıyla radyo sinyalleri gönderen Sputnik I’i uzaya gönderdiginde tarih 4 Ekim 1957 gosteriyordu. Sputnik, uzaya gönderilen ilk insan yapımı cisimdi. Gönderdiği sinyaller tüm Dünya’dan dinleniyordu ve bu gelişme uzay yarışını başlatmış oldu. Sovyetler 3 Kasım 1957'de içinde Laika adında dişi bir köpek bulunan Sputnik II'yi uzaya fırlattılar. 7 gün boyunca sinyal gönderen Sputnik II'nin radyo vericileri 10 Kasım 1957 günü sustu. Sovyet bilim adamları 11 ve 12 Kasım 1957 günleri verdikleri demeç­lerde uzaya giden ilk canlı olan Laika'nın ölmüş olduğunu bildirdiler. Soguk savas donemindeki bu gelismeye elbette Amerika Birlesik Devletleri sessiz kalmadi. Onlar da 4 Ocak 1958 günü ilk Amerikan uydusu Explorer I'i uzaya fırlattılar. Bunun akabinde Amerika Birleşik Devletleri 28 Mayıs 1959'da  bir Jüpiter balistik füzesinin burun hunisinde Able adında bir erkek Hint maymunuyla yarım kilo ağırlığında Baker adındaki dişi bir maymunu uzaya fırlattı. Atılıştan 1 saat 33 dakika sonra maymunların bulunduğu kapsül Atlas Okyanusu'na indi. Maymunlara hiçbir şey olma­mıştı. Able ve Baker uzaya gidip sağ salim dönen ilk canlılar oldular. Amerika'nin uzaya ilk canliyi gonderip, sag salim geri getirmesi Sovyetler cepesinde buyuk yanki uyandirdi elbette. Onlar da bu gelismeye Luna II adını verdikleri bir kapsülü 14 Eylül 1959 günü Ay'a çarptırarak, göğe ilişkin başka bir maddeye yeryuvarlağından ilk eşyayı gön­derme başarısını elde ederek yanit verdiler.
12 Nisan 1961’de Sovyetler, içinde Yüzbaşı Yuri Gagarin’in bulunduğu Vostok tipi insanlı bir uzay gemisini Dünya yörüngesine fırlattılar. Vostok, fırlatıldıktan 108 dakika sonra dünyaya dönmüş, 10 dakika sonra da Vostok’tan havada ayrılıp paraşütüyle inen Gagarin yeryüzüne tekrar ayak basmıştır. Böylece, Dünya'nın ilk suni uydusunu yörüngeye oturttuktan dört yıl sonra SSCB, uzaya ilk insanı da göndermiş oldu. Bu hamleye Amerika once 5 Mayis 1962'de Mercury 3 ve astronotu Alan Shephard'i 186 km.'lik bir yüksek­liğe çıkararak ardindan 20 Şubat 1962'de Mercury 6 içinde Yarbay John Glenn ve 15 Mayıs 1963’da Mer­cury 9 ile Binbaşı Gordon Cooper Dünya yörüngesine çıkararak karsilik verdi. Bir nevi urik asit yarisina donen ve karsilikli govde gosterisi seklinde gecen bu yarista Sovyetlerin hamlesi gecikmedi. 16 Haziran 1963'de Vostok 6 yörüngeye oturmak üzere yola çıktı. Vostok 6’da Valentina Tereshkova bulunuyordu. Böy­lece ilk kadın uzaya adımını atmış oldu. Bu yaris oyle bir boyut almisti ki Kennedy secim zaferi sonrasi Kongre'de yaptigi konusmada sunlari soyledi. "Bence milletimiz, bu onyıl bitmeden Ay'a bir insan indirme ve onu sağ salim Dünya'ya geri getirme hedefine kendini adamalıdır." Iki ulke arasindaki bu mucadele 20 Temmuz 1969 tarihinde Amerikali Neil Armstrong'un Apollo 11 ile aya ayak basmasina kadar son surat devam etti. Bu olay Amerika'yi psikolojik ve moral olarak bir adim one cikardi. Cevap sirasi yeniden Sovyetlere gelmisti. Onlerinde iki secenek vardi. Ya Mars'a insan gonderecek ki 70'lerin basinda bu olay maddi ve teknolojik acidan cok zordu ya da insanli uzay istasyonlari kuracaklardi. Sovyetler daha ucuz ve mutevazi olan insanli uzay istasyonlarini sectiler. 19 Nisan 1971'de ilk insanli uzay istasyonu Salyut 1 uzaya gonderildi. 6 Haziran 1971'de ise ilk murettebat Sayuz kapsulu icinde istasyona ulasti. Sovyetler 1980'e kadar yorungeye 7 Salyut istasyonu gonderdi. ABD'nin ilk (ve halen tek) uzay istasyonu Skylab ise 14 Mayis 1973'te uzaya gonderildi. 1979'da Avustralya'da cole dusene kadar da orada kaldi.

Ortak bir Amerikan-Sovyet uçuşu için görüşmeler 1969'da başladı. Bu uçuşta Salyut ve Skylab istasyonlarının kullanılması önerileri reddedildi. Bunun yerine, uzayda acil kurtarma operasyonları için hem Amerikan hem Sovyet uzay araçlarına uygun bir kenetlenme mekanizması geliştirildi. 1970'te projenin çalışma grubu oluşturuldu. Mayıs 1972'de konuyla ilgili Amerikan-Sovyet antlaşması imzalandı. Bununla birlikte 17 Haziran 1975'te Amerikan Apollo ve Sovyet Soyuz araçları kenetlendi (Apollo-Soyuz Test Projesi ASTP). Amerika ve Sovyetlerin 1950'lerin sonunda baslayan bu uzay yarisi gunumuzde de devam ediyor. Hatta bu mucadeleye Cin, Ingiltere, Fransa ve Japonya gibi ulkeler de katilmis durumda.

17 Agustos 2011'de ODTU yerleskesinde kurulu Tubitak Uzay Teknolojileri Arastirma Enstitusu'nun destegiyle tasarlanip uretilen Turkiye'nin ilk milli gozlem uydusu RASAT uzaya Rusya'dan firlatildi. Her ne kadar uzaya firlatilan ilk uydudan tam 54 yil sonra gerceklesmis olsa da bu Turkiye icin gercekten onemli bir gelismeydi. Turkiye son olarak da Gokturk-2 adi verilen ilk yerli kesif uydusunu 18 Aralik 2012 saat 18:12'de Cin'in Jiuquan Firlatma Ussu'nden uzaya gonderdi. Bu onemli gelismeyi degerlendirmeden once gelin hep birlikte daha once kimler kac yilinda uzaya uydu gonderdi bir inceleyelim.

Fransa'nin 1965'te, Japonya ve Cin'in 70'te, Ingiltere'nin 71, Hindistan gibi fakir bir ulkenin 80'de, Ukrayna'nin 92'de hatta Iran ve Kuzey Kore'nin bile bizden once uydu gonderdigini dusundugumuzde aslinda bu uydu gonderme hadisesinin gec kalinmis ve bize empoze edilmeye calisilan kadar onemli bir hadise olmadiginin da altini cizmek lazim. Elbette ki Turkiye tarihi acisindan onemli bir mihenk tasi olan bu hadiseyi hafife almak degil gayem ancak bir yurttas olarak 75 milyon nufuslu ulkemden diktotorlukle dunyadan izole yasayan Kuzey Kore ve Amerikan (dolayisyla pek cok ulkenin) amborgosu altinda yasayan Iran'in performansini beklemek de hakkim sanirim.

Bir diger olayda uydumuzun "ilk yerli", "milli" gibi sozlerle ifade edilen Turk mali olma hadisesi. Yillarca bindigimiz Tofas otomobilleri yerli mali zannedenleri gordukce insanin aklina da kusku dusmuyor degil elbette. Birakin yerli arabayi, neredeyse yerli el arabasi yapmaktan aciz bir millet oldugumuz icin icime kurt dustu. Saolsun Yilmaz Ozdil bu suphelerimde haksiz olmadigimi ortaya cikardi. Tabi burada sivrilik yapip 1. geleneksel (!) uydu firlatmalarina sahitlik etmemdem mutevellit o degil de Gokturk-1 nerde diye sorup ortaligi bulandirmayacagim. Iste ilk yerli (!) kesif uydumuz Gokturk-2.

Kamerasi Guney Kore'den, denge- konum belirleme modulu Ingiltere'den, tepki tekerleri ABD'den, manyetik tork cubuklari Almanya'dan, itki sistemi Israil'den getirilip, titresim testleri Fransa'da yapilan yerli(!) uydumuz Gokturk-2 canlı yayınla Ankara'daki TÜBİTAK UZAY'dan da takip edilen torenle TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak'ın da katilimiyla Cin'in Jiuquan Firlatma Ussu'nden uzaya firlatildi.

Fakat bu olaydan daha cok Basbakan'i protesto etmek icin toplanan ogrencilerle polis arasinda savas filmlerini aratmayan gerilim konusuldu. Bazi tarafsiz (!) medya organlari olayi uyduyu protesto etmek icin toplanmis ogrenciler adi altinda yayinladi (kelimelerin kifayetsiz kaldigi bir nokta burasi) ki bu ogrencilerden 2800 tanesi de ilk uydu RASAT'i protesto ettikleri icin hapisteler.


Olayda basina isabet eden goz bombasiyla agir yaralanip beyin kanamasi geciren Baris Barisik basta olmak uzere pek cok universite ogrencisi yaralandi. Bunu, 80 darbesi sonrasini andiran ev baskinlari ve ogrencileri evlerden toplamalar izledi. Bugun ne yazik ki gelinen noktada Turk polisi artik orantisiz guc kullaniminda cigir acmis bir duruma geldi. Kendi vatandasina artik mahkemelere kalmadan ceza uygulama mercii haline geldi. Sokak ortasinda kendini tabureyle evet yanlis duymadiniz tabureyle saldirmaya calisan vatandasi soguk kanlilikla oldurmekten, kendi Cumhuriyet bayramini kutlayan insanlara hic bir vicdana sigmayan, ortada hic bir taskinlik yokken biber gazi bombasi atip tazikli su sikacak kadar zalimlige ulasmis bulunuyorlar. En sonunda polis, astim hastasi ve kriz geciren bir basketbol taraftarini coplayacak hale geldi. Ben polis kardeslerimden, abilerimden siradan vatandasa gosterdigi bu hassasiyeti (!), milletvekili cocuklarinin onunde ellerinde numaralar siraya dizilirken de gostermelerini istirham ediyorum. Isin daha vahim tarafi, bu olaylara ilk elden mudahele etmesini beklediklerinizin yaptigi aciklamalar. Misal Ankara Emniyet Muduru olaylar hakkinda "Orantili ve sogukkanli mudahele ettik" derken Icisleri Bakanimiz insan olumunu dahi yol acmis bence bir biyolojik silah olan biber gazi icin 100% dogaldir diyebiliyor. Ee biz de oyle basa boyle tarak demekten ali koyamiyoruz kendimizi haliyle.

Sevil Sevimli Fransa’dan öğrenci değişim programıyla Eskişehir’e gelip orada “ gizli örgüt üyeliği'nden tutuklanan bir genc kiz. Niyetim olayin adli boyutuna, haklilik haksizlik eksenine girmek degil. Benim dikkatimi ceken Bursa’daki mahkemeye Sevil'in Fransa’da okuduğu Lyon Üniversitesi’nden katilan surpriz konuk rektor Jan Luc Mayaud soyledigi sozler. Destek için gelen rektör mahkemede Sevil’i şöyle savundu.
“20 yaşında bir genç, dünyayı değiştirmek ister.”


Bir yanda toleransli, genclere guvenen, onlari umudu gelecegi olarak goren bir rektor, obur yanda sirf kendisini protesto etmeye gelip (olaylarin tirmanmasi polis mudahelesinden sonra gerceklesiyor) en dogal haklari protesto haklarini kullanan ogrencilere, ogretim uyelerine yonelik siz nasil insanlarsiniz, vay bizim gelecegimize diyen bir basbakan. Bir yanda ogrenciye destek icin usenmeden binlerce kilometre yol gelen bir rektor, obur yanda parasiz egitim istedigi icin hapis yatan ogrencilerin bulundugu bir ulkenin basbakani. Bir yanda dunyayi degistirme hedefleri olan ogrenciler yetistirmek isteyen bir rektor, diger yanda imam hatipler bu ulkenin gozbebegi olacak, dindar nesiller yetistirmek istiyoruz diyen bir basbakan. Bir yanda 1965'te uzaya uydu firlatan Fransa, obur yanda ancak 2012 yilinda yerli (!) uydusunu firlatmayi basaran Turkiye. 

Sorgulamak adetimiz degildir millet olarak bizim. Bir insan da cikip, ee ama bu uydu projesinin yapildigi yer olan Tubitak ODTU'deymis niye bu ogrenciler bu gune kadar gidip uyduyu protesto etmemis basbakani mi beklemis? Lan acaba bunlar basbakani protesto ediyor olmasin duzeyinde basit cikarim yapacak insanlardan aciziz malesef. Sorgulamayan, suru psikolojisiyle ne dusunmemize, nasil dusunmemize varana kadar karar verilen bir milletiz. Fakat isin daha vahim tarafi gelinen noktada %50'nin destegini alan, kalan %50'nin nefretini kazanmis bir lider Erdogan. O nefret ki insanoglunun duygulari icindeki en yogunu, en hislisi, insani en derinden etkileyeni. Yuzunu gorunce kanal degistireninden, adini duyunca kulagini kapatanina, yine mi bu diyeninden, biktik diyenlere kadar genis bir yelpaze olusturuyor bu nefret edenler. Basbakan da bunun farkinda ve muthis bir ustalikla olaylari carptirmaya, ustunu ortmeye calisiyor. Bunda emrinde calisip binlerce dolar maas alan yuzlerce danismaninin, beden dili uzmanlarinin da hakkini teslim edeyim. Basbakan kendinden nefret edeceklerin artmasindan ziyadesiyle endiseli. Bu kadar hircinlasmasinin, balkon konusmalarinda soylediklerinden sapip sadece sunni muhafazakar ve din eksenli kurtlerin oylarina goz dikip geriye kalanlari otekilestirmesinin sebebi de bu. Diger oylari yavas yavas kaybettiginin bilincinde. Bu mesele ogrenci meselesi degil. Tek sorunlu oldugu grup ogrenciler de degil zira. Doktorlarla, iscilerle, yargi mensuplariyla surekli didismesinin altinda yatan gerekce de bu. Evet basbakanin derdi uslubunu sertlestirmek ve bunu gerceklestirirken insanlara mumkun mertebe olaylari farkli boyutlarda yansitmak. Ideolojik ve BOP hedeflerine ulasana kadar halkin yeteri destegini kaybetmeme cabasi. Yoksa ODTU gibi her daim bilimin, teknolojinin, haksizliga direnisin yaninda, emperyalizmin karsisinda olan, devrim adinin en cok yakistigi kurumu, proje bunyesinde onlarca ODTU'lu calismisken uyduya karsi gostermek ve protestonun tek gayesinin bu ve terorist eylemler oldugunu anlatmak aymazliktan ote bir sey degil.



Lafi fazla uzatmadan bir fikrayla bitirelim.
Hoca eşşeğine odun yüklemiş giderken köylülerden biri ''Hocam yükün nedir'' diye sorar. Hoca "odun" der. Köylü "Ben sana kodum" diyerek hoca ile eğlenir. Bir gün hoca bu köylüyü eşşeğini yüklemiş görünce hemen yanına gider "yükün nedir" diye sorar. Köylü kendinden emin "saman" der. Nasrettin Hoca "Ben sana kodum" diye cevap verir. Köylü "Ee hocam hiç uydu mu" deyince hoca cevabı patlatır. "Uysa da kodum uymasa da kodum".
Saygilarimla,



15 Aralık 2012 Cumartesi

Derin nefes alip allah cok sukur diyen dayiyla ekonomi uzerine...

Halimize cok sukur. Ac degiliz acikta degiliz. Yani ac bile olsak saolsun devlet buyuklerimiz bizi dusunuyor. Belediyelerde kazanlar kayniyor, makarnalar, yardim paketleri evlerimize kadar geliyor. Hamdolsun bu gunumuze. Elektrik olmayan koylerimize elektrikli battaniyesine, buzdolabina kadar yolluyorlar. Komurumuz de, sobamiz da benim valimden. Zaten evlerimize kamyonla bizzat kendisi elden dagittigi gunden beri ucmus durumda memleketimiz. Ne diyordum, ha allah bu gunlerimizi aratmasin, ama akil fikir vermesin bize, vermesin ki dusunmeyelim niye aciz, aciktayiz, neden yardim paketlerine muhtaciz, neden insanca onurlu bir sekilde yasamak dururken el acmamiz gerekiyor bizi yonetenlere.


Soramiyoruz ama bu soruyu. Cunku bilincsiziz, cunku egitimsiziz, cunku hak nedir, nasil aranir bilmiyoruz. Aslina bakarsaniz okuma yazma da bilmiyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)'nun Adrese Dayalı Nüfus Sayımı Sistemi ilginç bir gerçeği ortaya koydu. Sisteme girilen verilere göre, ülke genelinde 4 milyon 640 bin kişi okuma yazma bilmiyor. Okur yazar olmayan nüfusun 3 milyon 730 bin 553'ünü ise kadınlar oluşturuyor (Haydi kizlar okula diye cirpinmalar bundan zira). TÜİK'in 2009 verilerine göre Türkiye'de 56 milyon 793 bin kişi okuma yazma biliyor. Oran bazinda okuma yazma bilmeyenlerin oranı ise yüzde 7,68. Nüfusun yüzde 6.61'inin ise okuma yazma bilip bilmediği tespit edilememiş durumda (Bu hesaplar 0-6 yas arasi haric tutularak yapilmistir). Eger bu kisileri de okuma yazma bilmeyenler kapsamina sokarsak ulke genelinde 8 633 541 kisi okuma yazma bilmiyor. Buna ilaveten 13 milyon 491 bin kisi okuma yazma bilmesine ragmen ilkokula dahi gitmemis. Yani ne yazik ki 23 milyon 115 bin kisi ilkokul mezunu bile degil ulkemizde. Bir diger ifadeyle nufusun neredeyse 3'te biri okul yuzu gormemis. Yine ayni TUIK verilerine gore 18 milyon 204 bin kisi ilkokul mezunu (okuma yazma bilenlerin %32'si ilkokul mezunu). Buna karsilik yüksek lisans yapan kişi sayısı 279 bin olarak kayıtlara gecmisken, doktora yapanların sayısı sadece 79 bin. Aslinda bu sayilar neden "facebooktan" memleketi kurtaramadigimizin da adeta resmi. Zira aslinda sandigimiz kadar cok degiliz. Mukayese etmek babinda yardimci olmasi hasebiyle birkac ulkeden ilkokul mezununun nufustaki oranina ornek vereyim. 31 OECD (Organisation for Economic Co-operation and Development, Ekonomik Kalkinma ve Isbirligi Orgutu) ulkesinden bazilarinin aldiklari en yuksek egitim sadece "anaokulu egitimi ile ilkokul egitimi olan" yetiskinlerin toplam yetiskin nufusuna oranlari soyle: Avusturya (Ortaokul ile birlikte) yuzde 2, Almanya yuzde 3, Ingiltere 0'a yakin, ABD yuzde 4, Slovakya yuzde 1 ve Macaristan yuzde 2. Bizde nufusun yarisindan fazlasini olusturan maksimum ilkokul egitimi almis insanlarin dunyadaki karsiligi bu sekilde.

"Yoksulluk teriminin ilk tanımı, 1901 yılında Seebohm Roventree tarafından yapılmıştır. Bu tanıma göre; yoksulluk toplam gelirin, biyolojik varlığın devamı için gerekli olan yiyecek, giyim vb. asgari düzeydeki fiziki ihtiyaçları karşılamaya yetmemesi olarak gerçekleştirilmiştir. İnsan sadece yemek ihtiyacı olan bir varlık değildir. Başta gıda olmak üzere giyim, barınma, eğitim, sağlık, altyapı, kültür, ortak yaşama ve buna benzer ihtiyaçları olan kutsal bir varlıktır. Dunya'da iki milyar beş yüz milyon insan Dünya Bankası tarafından belirlenen günlük 2 ABD doları olan yoksulluk sınırının altında yaşarken, bir milyar iki yüz milyon insan ise günlük 1 ABD doları olan açlık sınırının altında yaşamını sürdürmektedir. Dunya'da her gün 25 bin kişi açlık yüzünden hayatını kaybediyor. Bu, her uc bucuk saniyede bir –çoğunluğu çocuk olmak kaydıyla- bir insanın gozlerini kapamis oldugu anlamina geliyor bu acimasiz dunyaya. 2009 verilerine gore her yıl yaklaşık olarak 18 milyon insan yoksulluğa bağlı sebeplerden dolayı çok erken yaşta ölmektedir. Bu rakam toplam insan ölümlerinin üçte birine eşittir. Her gün 34.000’i beş yaşın altında çocuklar olmak üzere 50.000 insan yoksulluğa bağlı sebeplerden dolayı ölmektedir

İnsanlar topluluklar halinde yaşamaya ve üretim ilişkilerinde bulunmaya başladığından bu yana yoksulluk hep var olmuştur. Yoksulluğun kökenlerinin ana hatlarıyla sosyal bir sorun olarak ortaya çıkışını 17. yy başlarından izlemek mümkündür. Başta liberalizmin en büyük teorisyeni ve öncüsü olan John Locke olmak üzere 17. yy. liberal kuramcılarının en baştan yoksulluk sorununa eğilerek özel mülkiyet haklarını savunurken bunun yoksulları dışlamaması gerektiğini, geçimlik yaşam hakkının sosyal düzenin güvenliği açısından gerekli olduğu ve bunun toplumun, yoksulların refahını sağlayacak bir artış yaratılmasıyla sağlanabileceği yaklaşımı içinde oldukları söylenebilir." (Dunya'da ve Turkiye'de yoksullugun analizi-Ozge Arpacioglu, Metin Yildirim)

Yoksullugun tanimini ve dunyadaki yoksulluk parametrelerini verdikten sonra gelelim yeniden memleketimize. Yoksul muyuz? Gozumuzu toprak doyursun, ulke ekonomimiz %8.5'lerle buyurken, kisi basina dusen gelirlerimiz 3 katlarina cikarken yoksul kalmak mumkun mu bu memlekette?

Bu kadar buyumeye ragmen memura yapacagi en ufak bir zammin bizi Yunanistan'a cevirecegini aciklamaktan da geri durmuyor basbakan. Toplamda 3 bin sirketin kapandigi ve feryat figan eden Ispanyollar karsisinda son 1 senede 450 bin isyerinin kapandigi ama kimsenin gikinin cikmadigi bir ulkenin basbakani cunku hamdolsun. Yine o, tum bu yasananlara ragmen 1.4 euroya benzin satan Ispanya ya da 1.7 euroya benzin satan Yunanistan'in degil 2.1 euroya benzin satan bir ulkenin basbakani cunku.

"Aslinda onümüzde bir Türkiye tablosu var. Hep birlikte karşısına geçip şu tabloya bir bakalım! Deniyor ki Türkiye Çin’den sonra dünyada ekonomisi en hızlı büyüyen ikinci ülkedir. Ust üste ihracat rekorları kırmaktadır. Kişi başına gelirini son on yılda üç kat arttırmıştır. Çok güzel! Lakin buna mukabil Türkiye’nin dış borcu da son on yılda üç kat arttı. İthalat yani aldığı sattığının çok çok üstünde gerçekleşti. İşsizlik, büyüdüğü söylenen ekonomiye rağmen, azalmadı. Kayıt dışı ekonomi ve istihdamda anlamlı bir gelişme sağlanmadı. Özelleştirmeler yoluyla kamu iktisadi kuruluşlarının neredeyse tamamı satıldı ve/veya kapatıldı. Bu kuruluşlarda çalışan yüz binlerce işçi zorla emekli edildi, işsiz kaldı ya da hak ve ücret kayıplarıyla güvencesiz çalışmaya mahkûm edildi. Sosyal hakları iyileştirmeyen, ücretleri yükseltmeyen, çalışma şart ve koşullarını insanileştirmeyen, istihdamı arttırmayan, işsizliği azaltmayan bir ekonomik büyüme en nihayetinde sadece patronların daha da zenginleşmesine hizmet edecektir, etmektedir. Mesele oburca ekonomik büyümede değil -doğayı ve insanı gözeten- büyümenin kazanımlarının adil ve eşit toplumsal paylaşımını sağlamaktadır. Lakin AKP hükümetinin buna ne niyeti vardır, ne de sınıfsal çıkarları buna izin verir. AKP hukumeti borçla büyüyen, kazandığından fazlasını harcayan, gelir-gider dengesi bozuk, milyonlarca işçi ve emekçinin geleceğini ipotek eden neoliberal bir politika izliyor. AKP politikalarıyla sağlanan bu ekonomik büyüme; yüksek vergi, düşük maaş, ağır çalışma koşulları, iş ve sosyal güvenceden yoksunlaştırma ve sosyal hakların parçalanmasıyla sağlanmış bir büyümedir!

Başbakan, “Kişi başına milli gelirimiz 2002 yılında 3 bin 492 dolardı, bugün 10 bin 444 dolara ulaştı” diyor! Kişi başı gelir kâğıt üzerinde ortalama 18 bin 500 lira olmuş. Kâğıt üzerinde çünkü bunun anlamı Türkiye’de kişi başı aylık gelirin ortalama 1550, hane başı aylık gelirin 6200 lira olması demektir. Oysa asgari ücret 701 lira. Bizzat Çalışma Bakanı’nın ifadesiyle 5 milyonu aşkın kişi bu ücretle çalışıyor. Pekiyi, nasıl oluyor da 5 milyon kişi 701 lira asgari ücretle çalışırken, 5 milyon kişi de işsiz durumdayken ve daha yeni yaklaşık 2,5 milyon kişi de aylık 295 liradan daha az bir gelir beyan etmişken kişi başı milli gelir 1550, hane başı aylık gelir 6200 lira olabiliyor?
"(Isci Cephesi- 11 Nisan 2012, http://www.iscicephesi.net/gundem-analiz/arka-plan/1596-akp-modeli-ekonomik-buyume-kime-hizmet-ediyor)

Kisi basi milli gelir hesabinda saolsun isci kardeslerim dusuncelerimin sesi olmuslar. Peki nasil oldu da ekonomimiz bu denli buyudu. Türkiye, 2003 başından sonraki 22 çeyrek boyunca kesintisiz büyüme rekoru kırdı. Ancak, ucuz dövize bağlı (bir ara 1.35 tl seviyesine kadar dustu) ithalat artışının etkili olduğu büyüme, Türkiye yerine başka ülkelerin üretim ve istihdamını artırdı.Yani esasinda ithalat odakli, sicak para girisine dayali bir buyumeydi Turkiye'ninki. Zaten istatistiklerde bunu kanitlar nitelikte. Turkiye'ye olan sicak para akisi 2002 yılında 8.9 milyar dolar dolayındaydi, tek parti iktidarının iş başında olduğu sonraki yıllarda küresel finansal sisteme entegrasyonu artan Türkiye’nin verdiği aşırı yüksek faizin spekülatif kara dayalı yabancı fonları giderek artan biçimde kendisine çekmesi sonucu, kartopu gibi büyüdü. 2003 sonunda 15.9 milyar, 2004′te 30 milyar, 2005′te 58 milyar, 2006′da 65.4 milyar dolar olan sıcak para hacmi, 2007'de bu sayi 95.9 milyar dolara kadar yükseldi. Gelelim isin ithalat boyutuna.

-yıl---------------ihracat ($)-------------------ithalat ($)

2011--------134.954.361.571-------240.833.236.364
2010--------113.883.219.184-------185.544.331.852
2009--------102.142.612.603-------140.928.421.211
2008---------132.027.195.626------201.963.574.109
2007---------107.271.749.904------170.062.714.501
2006-----------85.534.675.518------139.576.174.148
2005-----------73.476.408.143------116.774.150.907
2004-----------63.167.152.820--------97.539.765.968
2003-----------47.252.836.302--------69.339.692.058
2002-----------36.059.089.029--------51.553.797.328
2001-----------31.334.216.356--------41.399.082.953
2000-----------27.774.906.045--------54.502.820.503
1999-----------26.587.224.962--------40.671.272.031
1998-----------26.973.951.738--------45.921.391.902
1997-----------26.261.071.548--------48.558.720.673
1996-----------23.224.464.973--------43.626.642.496
1995-----------21.637.040.881--------35.709.010.773
1994-----------18.105.872.075--------23.270.019.027
1993-----------15.345.066.893--------29.428.369.530
1992-----------14.714.628.825--------22.871.055.114

Ovup ovup bitiremedigimiz 2010 yilindan 2011'e gectigimizde ihracatimiz kabaca 21 milyar dolar artarken buna mukabil ithalatimiz 55 milyar dolar artti. Varin nasil buyudugumuzu siz tezahul edin. Ayrica bu son 20 yıllık ihracat/ithalat oranlarına baktigimizda kimse "bu değirmenin suyu nereden geliyor" diye bir soru yoneltmiyor. Aslinda tablo acik, 20 yıldır ürettiğimizden fazlasını tüketmişiz. Aradaki fark da zamlarla, vergilerle (ki bu vergilerin %67'sini dolayli vergiler olusturuyor, yani devlet almasi gerektiginden bu vergileri alamadigi icin tum topluma mal ediyor), satılan kurumlarla, özelleştirmelerle, toprak satışlarıyla karşılanmaya çalışılıyor. Esasinda AKP, 80 yıl didinip, bin bir zorlukla elde ettigimiz devlet teşebbüslerini, fabrikaları, finans kurumlarıni, yollari, kopruleri, hatta ırmaklari bile özelleştirme adı altında  hem de bu işleri müslümanlık örtüsüne sokarak yapiyor.

Bir de su cari acik meselesi var. Hep bu laikcilerin abartmasi aslinda. Ne var yani Amerika'nin da var cari acigi kotu bir sey olsa onlarda da olmazdi. Peki Japonya 177, Almanya 189 milyar dolar cari islemler fazlasi verirken Turkiye neden cari acik veriyor. Oncelikle cari acik nasil hesaplanir.

Cari Açık = İhracat – İthalat + Turizm Gelirler – Turizm Giderleri + Hizmet Gelirleri – Hizmet Giderleri + Yabancı Yatırımlar – Dış Borç Faiz Ödemeleri

seklinde hesaplanir. Cari acik bir ulkenin urettiginden fazla harcamasi anlamina gelir. Aradaki farki ulkeler disaridan borclanarak kapatir. (Prof. Dr. Erinc Yeldan'in yazdigina gore; 2003-2011 yillari arasinda AKP hukumeti doneminde, her 1 tl'lik milli gelir buyumesi icin 4.68 dolarlik dis borc almak noktasina gelinmisti.) Cari acikta muhim olan paranin niteligidir. Eger ki urettiginizden fazla harcamayi yatirim yapmak icin kullaniyorsaniz bu borclarinizi odersiniz; yok eger tuketmek icin kullaniyorsaniz uzgunum bu borc birikecek demektir. Cari acik konusunda cok daha fazla ayrinti ogrenmek istiyorsaniz ya da bazi bakanlarimiz gibi siz de sicak para akisiyla cari acigin kapanacagini dusunuyorsaniz sizi soyle alayim (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19817387.asp).

Bu kadar ekonomik ayrinti yeter. Ulke olarak dogru yolda degiliz bu kesin. Peki tekrar daha once sordugum soruya donersek yoksul muyuz ya da bu ekonomideki kotu gidisin bize yansimasi nasil? Oncelikle yukarida yoksullugun sadece yeme icme ile ilgili degil esas itibariyle insan gibi yasayip yasayamamayla alakali oldugundan bahsetmistim. Peki ulkemizdeki yasam kosullarindan vatandaslarimiz ne derece mutlu?

TUIK Yaşam Memnuniyeti Araştırması’na göre Turkiye’de 18 yaş ve üzerindeki bireylerin yüzde 62.1’i kendini mutlu hissediyor. TUIK’in bu Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, Türkler’in aslinda mutlu edilmesi çok kolay insanlar olduğunu da bir anlamda ortaya koydu. Zira tabloya göre 62.6 milyon kişi (nüfusun yüzde 86.5) tatil yapamıyor, 30.2 milyon kişi çatısı akan rutubetli evlerde oturuyor. 30 milyon insan yeterince ısınamıyor. 44.7 milyon kişi taksitle ve borçla yaşarken, 19 milyonu borçlarını ödemekte zorlanıyor. 58 milyon kişi (yüzde 80.3) geliri izin vermediği için yıpranmış mobilyasını değiştiremiyor. TUIK ayrica “eşdeğer hanehalkı gelirini” de hesapladı. Turkiye’de ortalama yıllık kullanılabilir hanehalkı gelirininin 10 bin 774 lira olduğunu vurguladı. Turkiye’de ailelerin ortalama ayda 898 lira gelire sahip olabildiğini ortaya koydu. TUIK’in rakamları, nüfusun yüzde 16,1’inin yoksulluk sınırının altında yaşadığını ortaya koydu. Buna göre kurumsal olmayan nüfus 2011 yılı için yine TUIK tarafından 72 milyon 321 kişi olarak açıklanmıştı. Boylece Turkiye’de kurumsal olmayan nüfusun yüzde 16.1’inin, yani 11.6 milyon insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı devletin resmi rakamlarıyla ortaya konulmuş oldu. Bununla birlikte sürekli yoksulluk riski altında bulunan kişilerin oranı ise yüzde 18.5 olarak ölçüldü. Buna göre Türkiye’de 13.4 milyon kişi sürekli yoksulluk riski altında yaşamını sürdürüyor. TÜİK, “sürekli yoksulluk” oranını, son yılda ve önceki üç yıldan en az ikisinde de yoksulluk riski altında olanlar olarak tanımlıyor. TÜİK rakamları ayrıca, sürekli yoksulluk riski altında olanların oranında sürekli bir artış olduğunu da ortaya koydu. Buna göre bir önceki yıl bu oran yüzde 17.3 idi. Ayrica TUIK “ciddi finansal sıkıntıyla karşı karşıya olma halini” de “maddi yoksunluk” tanımıyla ele aldı. Buna ilişkin değerlendirmede kurumsal olmayan nüfusun % 60.4’ünün, yani 43.7 milyon kişinin ciddi finansal sıkıntıyla karşı karşıya olduğu sonucuna varıldı.

Yine Turk-Is tarafindan her yil duzenli olarak yapilan arastirmanin 2012 sonuclarina gore 4 kisilik bir ailenin saglikli, dengeli ve yeterli beslenebilmesi icin yapmasi gereken gida harcamasi (aclik siniri) 958.01 lira. Gida harcamasi ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakit), ulasim, egitim, saglik ve benzeri ihtiyaclar icin yapilmasi zorunlu diger harcamalarin toplam tutari (yoksulluk siniri) ise 3120.55 lira olarak hesaplanmistir. Yani bu demek oluyor ki TUIK tarafindan 898 lira aylik geliri olan bir aile, 3210 liraya ihtiyac duydugu bir ulkede yasam mucadelesi veriyor. Asgari ucretin bugun itibariyle brut 940.50 lira net 740 lira oldugu ulkemizin basbakaninin memur zammi vesilesiyle tehdit ettigi Yunanistan'da asgari ucret 684 euro. Hep soylemisimdir zaten Turkiye'de hayatta kalmanin doktora konusu olmasi gerektigini. Ayrica bu alni opulesi insanlarin nasil olupta hala hayatta kalabildiklerini anlamak gercekten guc.

Bana gore anlamasi ziyadesiyle guc ama, gonlu zengin anadolu insani hala halinden memnun, hala %62'si mutlu ve 3 secimdir ayni partiyi iktidar yapiyor. Yani aslinda demek istedikleri acliktan surunsek de, omur boyu tatil yuzu gormesek de, hayatimizda bir restorana gidip yemek yemesek de, bir sinemaya gidip elimizde misir film izlemesek de, deniz gormeden Istanbul'da yasasak da, baskasindan alinamayan vergilerden belimizi dogrultamasak da, dunyanin en pahali benzinlerinden birini kullansak da, elektrik-su-dogalgaz-yeme icme fiyatlari cifter haneli buyurken pinpon topu ve dinamit lokumuyla hesaplanan enflasyon tek hanede olsa da biz halimize sukrediyoruz beterin beteri var.

Derdim sukur etmek degil elbette. Elhamdulillah bir musluman olarak bende sukrediyorum sahip olduklarima. Ama sukur sorgulamaya engel degil ki. Sukur bilinclenmeye de engel degil. Sukur goz gore gore ayni hatayi yapmayi hakli cikarmiyor. Sukur hatalarindan ders almaya da engel degil. Bir gun bu sanal ekonomi balonu patlayacak ve o gun geldiginde dilegim odur ki hamdolsun kriz bizi teget gecti dedigimiz icin pisman olmayiz.











9 Aralık 2012 Pazar

Mucizeler ulkesi, Almanya...

Bugun sizlere dilimin dondugunce onlar yenildigi zaman bizim de yenilmis sayildigimiz ama onlarin guclenip, dallanip budaklanmalarina, Avrupa'nin en iyi ekonomisi haline gelmelerine benzer sekilde karsilik veremedigimiz bir ulkeyi Almanya'yi anlatacam. Almanya ya da resmi adiyla Almanya Federal Parlementar Cumhuriyeti Bati Avrupa'da yer alan, Turkiye'nin yari yuzolcumunden de daha az bir yuzolcumune sahip olmasina ragmen (357022 km2) Avrupa'nin ikinci buyuk nufusuna sahip (yaklasik 82 milyon) ve bu kadar buyuk nufusa ragmen kisi basina dusen gayri safi milli hasilasi uluslararasi para fonuna (IMF) uye 180 ulke arasindan 2011 verilerine gore 37896 dolarla 18. olan (Turkiye gibi sosyal devlet anlayisinin dusuk seviyelerde kaldigi ve zengin fakir ayriminin ciddi duzeylerde oldugu bir ulkede bile bu sayi 17500 dolar ki bu da kisi basina aylik 2600 tl gelirimiz var demek varin gercekligini sizler tezahur edin) ve yine IMF'ye gore 3.1 trilyon dolarlik satin alma gucu paritesiyle dunyanin besinci buyuk ulkesi. Baskenti Berlin olan Almanya'nin nufusunun %87.5'ini Almanlar, %6.5'ini Turkler, % 2'sini Avrupalilar, %2'sini Afrikalilar, %1'ini Asyalilar ve kalan kismini diger ulke ve kita vatandaslari olusturuyor. Almanya'da ikamet edenlerin %19'u yabanci ya da yabanci kokenlidir. Hali hazirda, kendinden onceki cumhurbaskani Christian Wulff'un hakkinda cikan yolsuzluk iddialarindan sonra istifa ettigi icin, cumhurbaskanligi koltugunda Joachim Gauck oturuyor. Lafi gelmisken insallah bu tur haraketler kayip trilyon davasinda yargilananlara da guzel bir emsal teskil eder.

Dunyanin en iyi sanayilesmis ulkelerinden biri olan Almanya; kuzeyde Danimarka, doguda Polonya ve Cek Cumhuriyeti, guneyde Avusturya ve Isvicre ve batida ise Fransa, Luksemburg, Belcika ve Hollanda ile komsudur. 9 komsu, 16 eyalete sahiptir. Ayrica Avrupa birliginin kurucu uyelerindendir.

Almanya Avrupa'nın en büyük ulusal ekonomisi, dünyada ucuncu en buyuk gayri safi hasilaya sahip ulke konumundadır. Peki bu nasil oldu? Yani iki buyuk dunya savasindan maglup olarak ayrilmis, 2. dunya savasinda nufusunun %11'ine tekabul eden 7.5 milyon vatandasini, ki bunlarin cogu calisir durumda olan aktif insanlar, kaybetmis bir ulke nasil anka kusu misali yeniden kullerinden dogdu? Burada bir parantez acayim, cok fazla insanin bilmemesine ragmen 2. dunya savasindan sonra 12-14 milyon arasi Alman, Almanya'nin isgal ettigi topraklardan geri anayurtlarina gonderilmis ve bu buyuk gocler sirasinda yaklasik 500 bin insan (bazi kaynaklara gore 1 milyon insan) hayatini kaybetmistir, parantezi kapatayim. Bir baska soru sormak gerekirse, nasil oldu da 1945'ten yaklasik 60 sene sonra 2006'da 1.133 trilyon dolarla dunyanin en fazla ihracatini yapan ulkesi konumuna gelebildi tekrar Almanya?

Dünyanın gelirlerine göre sıralanmış en büyük 500 şirketini gösteren Fortune Global 500 sıralamasına 37 şirket sokabilmelerinin, ki bunların en büyük on tanesi Daimler, bunyesinde Audi, Škoda Auto, Seat, Bentley, Bugatti, Lamborghini, Porsche ve Scania'yi da barindiran ve dunyanin en buyuk otomobil sirketi olma yolunda olan Volkswagen, Allianz SE (en fazla kar yapan şirket), Siemens (dunya genelinde 420 bin calisani var), Deutsche Bank (2. en fazla kar yapan), E. ON, Deutsche Post (kargo ve tasima devi DHL'yi de iceriyor), Deutsche Telekom (T-Mobile'in sahibi), Metro ve BASF (kimya devi)'dir, basarisi nerede sakli? Dunya capinda bu kadar bilinen markaya (Mercedes-Benz, SAP (bilgisayar yazilim firmasi), RWE (enerji sirketi), BMW, MAN, Opel (1929'da General Motors'a satildi), Adidas, Puma, Audi, Porsche, Nivea, ALDI, Lidl, Robert Bosch GmbH, Edeka (bunyesinde Spar'i bulunduruyor), Grundig, HAMA, Haribo, Henkel, Sebamed, Tetra, TUV, ZF (dunyanin en buyuk sanziman ureticisi), Hugo Boss, Continental, Rotring, Schaub Lorenz, SolarWorld, Faber-Castell, Media Markt, Milka,  Lufthansa, dunya genelinde 102 bin calisani olan Bertelsmann medya grubu, Sony muzigin hisselerinin yarisina sahip olan BMG muzik grubu, Bauhaus, Carl Zeiss, Diezel ve adina sayamadigim daha nice sirket) sahip olmalarinin sirri ne? Nedir Alman irkini ve insanini ustun yapip gelecegin teknolojilerini gormelerini saglayan ruzgar turbinleri ve gunes enerjisi teknolojilerinden onlari dunyanin bir numarasi yapan alametifarikalari? Bu sorulara cevap vermek icin gelin hep beraber biraz zamanda yolculuk yapalim.

Birinci dunya savasinin hikayesini herkes az cok bilir. Birinci dunya savasi butun savaslara son verecek bir savas sloganiyla basladi. Bu savasla Almanya, Ingiltere ve Fransa gibi ulkelerin topraklari nin sinirlari yeniden cizilecek ve gelisimini gec tamamlayan Italya ve Almanya ihtiyac duyduklari somurgelere kavusacakti. Savas sona erdiginde Almanya savasi kaybetmis ve imzalatilan Versailles antlasmasiyla silahli gucu 100 bin kiseye indirilip ordunun tank, top, makinali tufek, ucak, agir ve stratejik silahlara sahip olma hakki elinden alinmisti. Bu ayni zamanda bir cok askerin issiz kalmasina ve issizligin ciddi oranda artmasina da sebep olmustu. Ayrica Almanya'nin sinirlari yeniden cizildigi icin (topraklarinin %13'unu kaybetti) bircok tarim yapilabilir alanini (tarim yapilabilir alanlarin %15'i elden cikti) ve madenlerini (verilen topraklar komurun %25'ini, demirin %48'ini ve kursunun %25'ini sagliyordu) kaybetmisti. Ayrica Almanya'ya savas faturasi olarak 269 milyar  altinpara (Goldmark) cikarilmisti. Bir sene sonra bu sayi 132 milyon altinparaya dusurulmesine ragmen yine de bu odemesi imkansiz bir paraydi. Ayrica 1929'daki buyuk ekonomik krizin Almanya'nin sosyal, ekonomik ve politik hayatinda ciddi etkileri oldu. Bu ortam 1933'te Nazilerin iktidara gelmesinde ve 1939'da ikinci dunya savasinin baslamasinda cok onemli pay sahibi oldu. O donemdeki (1923) bir ornek heralde Almanya'nin ekonomik durumunu canlandirmak icin faydali olacaktir. O donemde enflasyon oyle bir noktada idi ki insanlar ekmek almak icin bile el arabasiyla para tasiyor ve saticilarin gozunde bu kagit paralardan ziyade el arabasi daha fazla deger tasiyordu. Almanya 1. Dunya savasi yillarinda vergileri artirmak yerine daha fazla para basma yoluna gitti (1914'te piyasada 2.6 milyar mark varken bu sayi 1918'de 222 milyar marka ulasti). Bu da enflasyonun artmasina ve paranin degersizlesmesine neden oldu. Para artisindaki talep uretimle karsilanmayinca fiyatlar artti. Almanya'nin amaci savasi kazanip tum masraflarini kaybeden devletlerden karsilamakti. Kazin ayagi oyle olmayinca ulke ciddi bir enflasyon yukuyle karsilasti. Almanya savas sonrasi bu surecte diger ulkeler kuculmeye giderken yine para basarak sorunlari cozme yoluna gitti ve bu da hiperenflasyona neden oldu (bu noktada ekonominin duzelmesi ve enflasyonun dusurulmesi icin ciddi calismalar yapan ve bunun icin vergileri artiran daha sonra yolsuzluk iddialari yuzunden istifa eden Mathias Erzberger'den bahsetmeden olmaz). Butun bunlarin uzerine Almanya'nin savas tazminatini odeyememesini gerekce gosteren Fransa'nin en onemli sanayi bolgelerinden Ruhr'u isgal etmesi isleri ekonomik anlamda daha da icinden cikilmaz bir hale soktu. 15 Ekim 1923'te o donemki merkez bankasi (Reichsbank) kapatildi ve yerine Rentenbank adinda bir kurulus kuruldu. Para arzini sabit tutan ve kagit parayi sabitleyen Rentenbank Almanya'yi enflasyon illetinden kurtardi. Kurtardi kurtarmasina ama enflasyonun gidisiyle yeni zenginler, yeni fabrikalar ortadan kaybolurken bu sefer issizlik yeniden devasa boyutlara ulasti (1923 baslarinda issizlik parasi alan 140 bin kisi varken bu sayi 1924'te 1.5 milyona ulasti) ve bununla birlikte sanayi alaninda Almanya'nin ne kadar geri kaldigi bir kez daha gozler onune serildi. Tazminat konusuna tekrar gelecek olursak, Almanya 1923 yilina kadar tazminat adina ciddi odemeler yapmadi ve daha sonra Fransa ve Ingiltere ile anlasilarak tazminat daha elverisli kosullarda odenmek uzere gozden gecirildi. Isin bir diger komik tarafi ise enflasyondan en cok karli cikanlar Alman marki ile borclananlar oldu. En cok borclanan da Alman hukumeti oldugu icin bu durumdan en karli Alman hukumetinin ciktigi soylenebilir zira borclanan kisiler enflasyon ciddi sekilde arttiginda bir anda hic borc almamis gibi oldular. 1926 yilina gelindiginde Amerika'dan alinan dis kredi, Ingiltere'de komur iscilerin grev yapmasi sonucu komur ihracatinin artmasi ve Fransa'nin franki stabilize etmesinden dolayi dis ticarette avantaj yakalanmasi ekonominin biraz duzluge cikmasina imkan sagladi. Bu buyume grev sona ermesine ragmen 1928 yili ortalarina kadar devam etti. 1929'daki ekonomik kriz dis krediye bagimli Alman ekonomisini kotu etkiledi.

Unlu Alman yazar Thomas Mann'a gore enflasyonla Nazilerin iktidara gelmesinde ciddi bir baglanti vardi. Bir yumurta icin 100 milyar mark odeyecek kadar uclarda yasayan Almanlari artik hicbir sey sasirtmiyordu. 1923 yilinda basarisiz bir darbe girisiminde bulunduktan sonra Landesberg hapishanesinde hapsedilen Adolf Hitler bu sefer butun planlarini degistirmis ve iktidari cebren degil demokratik yollarla ele gecirmek icin planlar yapmaya baslamisti. Iktidari ele gecirdikten sonra dilediklerini yapmak mumkun olacakti. Hapisten ciktiktan sonra partisinin sandalye sayisini yukselten Hitler 1933 yilina gelindiginde %44 oyla basbakanlik koltuguna oturdu. Ilk is olarak ulkedeki karisikliklari gerekce gosterip kendisine sinirsiz yetkiler veren bir kararname cikardi. Hitler'in yaptigi en onemli sey belki de Versailles antlasmasini yirtmak oldu. Gururu kirilan Almanlari boylece agzina bir parmak bal calinmis oldu. Hitler'in ekonomi bakani Dr. Hjamar Schacht ithalati belli bir seviyenin altinda tutacak ve Almanya'nin servetini yine Almanya icinde tutacak bir takim onlemler aldi. Yine bu donemde butun Almanya'yi kapsayacak otobanlar yapilip, elektrik aglari genisletildi. Bu donemde ucretler dusurulmus, yasam sartlarindan ziyade uretim artirilmisti. Iscilerde belki az ucret aliyoruz ama artik acliktan olmeyecegiz dusuncesi hakimdi. Kadinlari is gucunden cekip evlerine yonelterek issizligi bu sayede dusurucu onlemler alindi. Butun bu onlemler isiginda 1933 yilinda 6 milyonu bulan issiz sayisi (o donemki Alman isgucunun %50'si) mucizevi bir sekilde 1939'a gelindiginde 300bin seviyelerine kadar dusuruldu (bu noktada Yahudilerin Alman vatandasligindan cikarilmasini da es gecmemek lazim). Issizligin azalmasin 1935 yili ile birlikte insanlarin tekrar askere alinmasi da onemli bir etken oldu. Ayrica Almanya'nin Versailles antlasmasini reddettikten sonra kendi top, tank, ucak ve silah uretimine baslamasinin sanayiye olumlu etkileri oldu. Insanlarin bu yillarda dusuk ucretlere karsi cikmayip uretime ciddi katki saglamalarinin temelinde iki etken vardi; bunlardan ilki isci haklarini savunacak bir sendika bulunmamasi ve sisteme baskaldiran bir kisinin Nazi Almanya'sinda kendini bir toplama kampinda bulabilecegi ihtimali digeri ve bana gore daha onemli olani ise insanlarin butun bu onlemlerin ekonomik durumu duzeltmeye yonelik cabalar olduguna yonelik inanciydi. Bununla birlikte muhalefet sindirilmis ve cok kotu gunler gormus Alman halki artik azla yetinmeyi ogrenmisti. Bu surecteki degisen bir diger onemli nokta ise artan calisma saatleriydi. Daha onceleri haftada 60 saat olan calisma saatleri 1939 yili itibariyle 72 saate ulasmisti. Butun bunlara ragmen yinede iscilerin haklari bir nebze olsun gozetilmis ve sebepsiz isten cikarilmalarini onlemek adina Alman Isci Cephesi adinda bir kurum kurulmustu. Ayrica her iscinin bir arabaya sahip olabilmesi adina belirli bir miktar fona yatirilmis ve halk arabasi anlamina gelen "Volkswagen" bu sekilde dogmustur. Tabi butun bu toplanan fonlarin Alman savas ekonomisine harcandigi ve hicbir isciye araba verilmedigini soylememe gerek yok sanirim. Iscilerin calisma sartlari, hatta dinlenme duzenleri bile oyle bir sistematige oturtulmustu ki her isci yilda 3740 saat dinlenme suresine sahipti ve bu surede yapacagi aktiviteler bile devlet tarafindan duzenlenmisti. 1939 yilinda ikinci Dunya savasi patlak verdi ve bu savas 1945 yilina kadar surdu.
Ikinci dunya savasinda tum dunyaya kafa tutan Almanya, kucuk ama onemli hatalar sonucu savasi kaybetti. 1945'te bir cok sehri tarumar edilmis, adeta tas ustunde tas birakilmamis ve tarimsal uretimi savas onceki durumunun anca %35'i seviyelerine kadar gerilemisti.



Ikinci dunya savasindan sonra Almanya 1945 yilindan 1989 yilina kadar Dogu ve Bati Almanya olarak, yani onyillar boyunca iki parca halinde varligini surdurdu. Ikinci dunya savasini takip eden 3 yilda Amerika, Fransa ve Ingiltere Morgenthau plani cercevesince Almanya'nin sanayi faaliyetlerini minimum duzeye indirdi ve hammaddelerini ihrac etmeye basladi. Almanya gibi Avrupa ticareti acisindan son derece oneme sahip bir ulkenin saf disi birakilmasi Avrupa ticaretine de buyuk sekte vurdu ve bu devletlerin yeniden toparlanma surecini oldukca yavaslatti. Amerika bu donemde Avrupa'yi yeniden ayaga kaldirmak icin Almanya'nin sanayisini kalkindirmanin elzem oldugunu gordu. Ayrica Fransa ve Italya basta olmak uzere Avrupa ulkelerinde ekonomik buhranin getirdigi issizlik insanlarin komunist partilere daha sicak bakmasina ve bu partilere yonelmesine sebep oldu. Her ne kadar bugun bir cok tarihci Fransa ve Italya'nin komunizme gecmesine pek imkan vermese de o gunku sartlarda Amerika bu senaryoya ciddi manada inanmisti.

12 Mart 1947'de ABD baskani Harry Truman'in Truman Doktrini olarak da bilinen, Turkiye ve Yunanistan'in SSCB etkisine girmesini engellemek icin askeri ve ekonomik yardim ve destek verilmesi gerektigini aciklamasi (bircok tarihci tarafindan soguk savasin baslangici kabul edilir) ile baslayan surec Nisan 1948'de Amerika Dis Isleri Bakani eski general George Marshall'in yardim planiyla devam etti. Burada bir parantez acayim; 1946'da cok partili duzene gecen Turkiye'de Adnan Menderes'in Amerika'dan aldigi 100 milyon dolarlik askeri ve ekonomik yardim Turkiye'nin ABD'den aldigi ilk para olup daha sonra malumunuz bu yardimlarin ardi arkasi kesilmemistir. Marshall yardimlarinin esas amaci basta Almanya'yi kalkindirip Avrupa'yi ekonomik buhrandan cikartarak Rusya'nin degirmenine su tasimayi engellemekti. Marshall yardimlari cercevesince 16 ulkeye toplam 12.731 milyar dolar yardim yapildi.


Marshall yardimindan en buyuk payi sirasiyla Ingiltere, Fransa, Almanya ve Italya almistir. Turkiye savasa katilmamasina ragmen toplamda 137 milyon dolar yardim almistir.

Bugun bile Marshall yardimlarindan gelen paranin ulke icinde sirkulasyon yapildigi dusunulurse Almanya'nin bu parayi ne kadar akilci bir sekilde kullandigi gorulebilir. 1950'li yillar Almanya acisindan mucize yillar (Wirtschaftwunder) olarak adlandirilir. Bu yillarda eski ekonomik refah tekrar yakalanmaya baslandi. Kaliteli sanayi urunleriyle diger ulkeleri cezbetmeyi basaran Almanlar isci ihtiyaclarini ilk olarak Portekiz ve Italya daha sonra Turkiye'den getirdigi insanlarla gidermistir. 1974'te patlak veren enerji krizine kadar bu buyume giderek artmistir. 1974'te disardan isci getirme talebi azaltilmistir. Daha sonra yeniden sanayi alaninda ciddi yatirimlar yapilmis ve ekonomik buyume yeniden canlandirilmistir. 1989 yilinda, 1961'de insa edilen Berlin duvarinin yikilmasiyla birlikte ulke yeniden farkli bir kalkinma surecine girmis ve bugunku konumuna ulasmistir. Ilgilenler asagidaki belgeselden Berlin Duvari'nin nasil insa edilip yikildigini izleyebilirler.


Almanya Amerika'dan sonra en fazla telif hakki ve patent bildiren ulkedir. Ulkenin belkemigi olan otomobil ve yansanayisinde dogrudan ve dolayli 20 milyon insanin calistigi tahmin edilmektedir. Gunumuzde Alman ekonomisi Sosyal-Pazar-Ekonomisi olarak adlandirilabilir. Kapitalist duzendeki rekabet ve monopol kurma anlayisi ekonomik duzenlemeler ve yasal yaptirimlarla kontrol altina alinmaya calisilmaktadir. Bu konudaki son soz Kartel Dairesi'ne aittir. Devlet isci ve isveren arasindaki is akitlerine karismaz. Isci grevleri sendikasal bir haktir. Calisma suresi 34-40 saat, calisanlara verilen sosyal haklar son derece fazladir. Tabi bu calisma saatlerini bizdeki gibi 1 saat calisma ardindan yarim saat sigara ya da kahve molasi olarak algilamamak lazim. Her ne kadar kanunlarda 40 saat gozukse de bu insan azmani sahsiyetler gerektiginde gunde 13-14 saat calismaktan geri durmazlar. Adeta makina duzeniyle isleyen sistemlerini bu caliskanliklarina borclular. Oncelikle ulkesini seven, caliskan ve disiplinli insanlar Almanlar. Almanya'nin basirisini 3 kelimeyle ozetlemem gerekirse kural, disiplin ve duzen diyebilirim. Almanya'daki duzen ve bilinc konusunda su ornek ziyadesiyle yardimci olacaktir. Almanya'da 2. dünya savaşı sırasında bombalanan yerlerin fotoğraf ve dokumanlarin arşivleri detayli bir sekilde tutulmaktadir ve savaş alanlarında inşaat veya tarım yapacak olan girişimcilerin tamamlaması gereken bürokratik prosedürler arasında patlamamış bomba olup olmadığının bu arşivlerden bakılarak incelenmesi de bulunmaktadır. Almanya'da bugun butun ekonomik krizler, enerji darbogazlari ve surekli degisen dengelere ragmen enflasyon %1.5 seviyesindedir.

Almanya en fazla silah ureten ve satan dunyanin 3. ulkesidir. Almanya pek cok kimse haberdar olmasa da balikcilikta da oldukca gelismis bir devlet ve bu alanda dunya ucuncusu konumundadir. Yine buyukbas, tavukculuk ve sekerpancari Alman ekonomisinde onemli yer tutarlar. Almanya'nin 1/3'u ormanlarla kaplidir ve bu ormanlardan senede 30 milyon m3 kereste elde edilir. Almanya ulasim yonunden dunyanin belkide en gelismis ulkelerinden biridir. 5248 kilometresi otoban olmak uzere toplam 491240 km karayolu vardir. Ayrica 67536 km demir yoluna sahiptir ki bu sayi Almanya'nin iki kati topraga sahip Turkiye'de 2010 yili itibariyle ancak 11940 kilometredir. Ayni anda 5'ten fazla ucagin kalkmasina imkan saglayan havaalanlari mevcuttur. Bugun Almanya dunyanin ekonomisi en guclu ucuncu ulkesi konumundadir.



O tas ustunde tas kalmamis Berlin'in bugunku hali soyle:


Almanya'nin dunyanin en guclu ekonomilerinden biri olmasi ve bugunku konumuna kavusmasini saglayan faktorler bana gore sunlar:

1) Somurge bulma yarisinda kendi birligini gec kurmasindan dolayi (1871) gec kalmasi ve ham maddeye bagli degil de sanayiye bagli bir ekonomi kurmasi ve 1800'lerin sonlarindan itibaren somurgelere dayanmadan yasanilacagini gosterip, sanayilesme alaninda ciddi calismalar yapmasi.
2) Birinci Dunya savasindan sonraki yillarda Hitler'in Versailles antlasmasini yok saymasi ve halkin calismadan kacmayarak dusuk ucretlerle yuksek uretime katki saglamasi ve bu sayede issizligin azalarak uretime onem verilmesi.
3) Ikinci Dunya savasindan sonra iki Dunya devi arasinda (ABD-SSCB) soguk savasin bas gostermesi ve bundan en buyuk faydayi Marshall yardimlari adi altinda Almanya'nin saglamasi.
4) Taa Roma Imparatorlugu doneminden miras kalmis mukemmel bir yol duzeni, sehirlerde muazzam bir altyapi ve kanalizasyon sistemi, nehirlerin ve havzalarin islah edilmesi sonucu mukemmel ve hizli nehir nakliyati, komur havzalarinin bulunup acilmasi, ulkenin cografi konumu ve ticari iliskilerdeki basarisi, hammadde fakirligi sebebiyle isleyen ve ureten sanayiye yonelinmesi ve son derece iyi egitimleri sayesinde ustun usta, esnaf ve muhendis yetistirilmesi.

Butun bunlar onemli etkenler ve Almanya'nin kalkinmasina ciddi faydalari olan gerekceler. Ama Turkiye'nin politik konumu, hammadde bollugu ve Marshall yardimi almasi dusunuldugunde isin sadece sansla aciklanamayacagini anlamak hic de zor degil. Daha 1516'da biralarina Reinheitsgebot adi verilen saflik kanunu cikaran ve bir anlamda dunyanin ilk gida tuzugu ve tuketiciyi koruma kanunu hazirlayacak ileri goruslulugune, duzen ve nizamina sahip irkin basarisini sadece sansla aciklamak baya bir haksizlik olur zira. Bu caliskanlik ve disiplin abidesi irk, dilerim tum milletler icin muazzam bir emsal teskil eder. Yine temennim odur ki Turkiye gunun birinde bu tarihi muttefiginden gerekli dersleri alarak daha aydinlik gunlere yol alir. Siyah, kirmizi ve sari renkli bayraklari cok kara gunler gecirdik, cok kan doktuk simdi safak vakti anlamina gelen bu ulke umarim tum insanligin iyi yonde faydalacagi bir ansiklopedi olur.












1 Aralık 2012 Cumartesi

Istedigimiz hayati mi yasiyoruz yoksa suruklendigimizi mi?

Gelin soralim kendimize, istedigimiz hayati mi yoksa suruklendigimiz hayati mi yasiyoruz? Ya da soyle sorayim, hakikaten mutlu musunuz yoksa elinizdeki imkanlar baskalarinda olmadigi icin halinize sukretmekten gelen bir tatmin duygusu mu var? Gercekten su an, su dakika, yapmak istediginiz seyi mi yapiyorsunuz? Sizi lanet ettirmeden her yeni gune uyandiran bir meslegi mi sectiniz? Yoksa cogu insanin hayallerini susledigi icin mi bulundugunuz konumdasiniz? Secimlerinizde maddiyat, diger insanlari kirmama, toplum normlari ve kaliplarin disina cikma cesareti gosterememek ne kadar etkili oldu? Soyler misiniz kacimiz hayatin kuklasiyiz? Bicilmis bir hayati mi yasiyoruz acaba? Doğ, büyü, oku, çalış, evlen, öl...

Neden oyle istedi diye sokakta yalin ayak yuruyen bir insani hayifliyoruz? Diyelim ki oyle yapmak istedi, nicin pantolonunu cikarip otobuse binemiyor bir insan? Nedir bu deger yargilari, toplumsal kurallar, gelenek, gorenek ve ananeler. Nicin muhendislik, doktorluk, hakimlik ve ogretmenlik guzel (!), herkesin olmaya calistigi, saygideger meslekler de ayakkabi tamirciligi, firincilik, copculuk, tir soforlugu insanlarin baska bir is bulamayinca, babadan oyle gordugu icin (baba meslegi), belki de hayatlari onlari oraya surukledigi icin secilen ve burun kivrilan meslekler. Nedir bir muhendisi petshopta calisan insandan daha degerli kilan? Kazandigi para mi, aldigi egitim mi? Turev, integral bildigi icin mi daha kiymetli bir muhendis?

Dogum ve olum hayata gelen her insanin basina gelmis ya da gelecek yegane olaydir. Hayati bir cizgi olarak dusunursek dogumla baslayip olumle bittigini soyleyebiliriz. Peki ya cizginin geri kalani? Iki nokta arasini nasil doldurdugumuzun onemi?

Insan bu iki kesin, degismez gercek arasini en iyi mutlulukla doldurur. Mutlu olarak hayatini anlamli kilar. Mutlu olarak hayattan zevk alir, mutlu olarak yasadiginin, nefes aldiginin bilincine varir. Mutluluk; hayat boyu ihtiyacini duydugumuz belki de vazgecemedigimiz yegane duygudur. Nedir peki mutluluk, nedir insani mutlu eden? Para pul mu, sohret mi, istedigin isi yapmak mi, sevdigin insanla zaman gecirmek mi, saglikli olmak mi, hayatinin aski oldugunu dusundugun insanla evlenmek mi, anne babanin, kardeslerin, akrabalarinin sag olmasi mi, veya bunlarin bir ya da birkaci mi?

 
Unlu aktor Jim Carrey bir soyleside su cumleleri sarfetti. "Dilerim ki herkes bir gun unlu ve zengin olur. Diledigi arzu ettigi her seye kavusur. Boylece aradigi esas cevabin bu olmadigini anlar."

Whitney Houstan, Amy Winehouse, Elvis Presley, Jimi Hendrix, Kurt Cobain ve Jim Morison para, pul ve sohrete sahip olmalarina ragmen neden gerek icki, gerek uyusturucu kullanimi, gerekse intihar ederek adeta mutsuzlugun ispati sayilabilecek bir sekilde hayatlarina son verdi?

Simdiye kadar yazdiklarimi okuyan cogu insan ee ama kardesim hic mi para gerekmiyor, Van'da 9 cocugun sekizincisi olarak dunyaya gelmis bir cocuk ne yapsin, yokluk icinde hayatta var olmaya calisan bir insan ne yapabilir seklinde hakli bir serzeniste bulunabilir. Bu noktada su degerlendirmeyi yapmak isterim. Esitlik sadece esitler arasinda olur. Benim bu yazida bahsettigim insanlar belli bir maddi seviyenin uzerinde olan yani tabir-i caizse orta direk ve ustune mensup olan insanlar. Elbette icinde bulunulan kosullarin kisiyi belli tercihler yapmaya zorladigini ben de kabul ediyorum. Benim uzerinde kafa yordugum insanlar tercih haklari olan insanlar. Can Dundar'in da bahsettigi uzere bir tercih yapan ve bir anlamda baska seylerden vazgecen insanlar.

Yukarida siraladigim unlu kisilere bakarak aslinda malin, mulkun ve unun tek basina mutluluk icin yeterli olmadigini anlayabiliyoruz. Peki nedir aslinda bizi mutluluga goturecek oge? Ya da eger yazinin basina atifta bulunacak olursam yaptigimiz tercihlerden mutlu muyuz? Gelin en sade sekliyle soruyum mutlu musunuz?


"Neden mutsuzsun?  dedi. Mutsuz degil beceriksizim dedim. Sizin gibi mutlu oldugumu sanmayi beceremiyorum. Hepsi bu." Paul Auster

En son ne zaman kendi kararlarinizi daha mutlu olacaginizi tercih ederek verdiniz? Belki de daha iyi para kazandirdigi, alternatifi pek olmadigi, size sosyal statu kazandirdigini dusundugunuz; gerekcesi her ne olursa olsun mesleginizden, okudugunuz bolumden, giydiginiz elbisenin renginden, uzerine oturdugunuz ve sirf konu komsu guzel gorundugunu dusunsun diye rahat olmadigi halde aldiginiz koltuktan memnun musunuz? Bir kafede otururken malbusun yaninda iyi gorunur diye aldiginiz Iphone'dan, sirf marka oldugu icin aldiginiz Lacoste gomleginizden, iki duvar arasi 3 metre olmasina ragmen salonun ortasina konumlandirdiginiz plazma televizyonunuzdan memnun musunuz?

Siralarin ustune Picasso eserlerine tas cikaracak yapitlar ortaya koyan kiz, sana soyluyorum neden ressam degil de avukat olmaya calistin? Sen futbol topuyla dans eden, bir bakani kendine bir daha baktiran mahalle arkadasim neden futbolcu olmaya degil de insaat muhendisi olmaya calistin? Sen manav Bilal, hangi inandigin dogrularla OSS sonucumu ogrenince bana bence su bolumu yazmalisin dedin? Sen anne yarisi dedigim canim teyzem, neden onlarca meslek arasinda belki kendi icinde ukte kaldigi icin doktor olmami istedin? Sen egitimin sadece cehaleti giderdigini anlamamis; insanda yok ise edep, neylesin medrese mektep, okusa alim olsa, yine merkep yine merkep sozune hayat vermis edepsiz, nedir seni bir ciftciyi, tercihi oyle oldugu icin arkeoloji okuyan birini, sirf sevdigi icin nice bolumler arasinda tarih, siyaset bilimi yazmis birini hakir gorme seviyesine, kendini ustun gorme seviyesine getiren olgu? Universite sinavinda dogru olarak doldurdugun 5-10 fazla kutucuk mu? Nedir yani toplumsal yarginiz, iyi olduguna inandiginiz sey?

Neden istedigim hayati yasayamiyorum? Neden elimi etegimi cekip bir sahil kasabasina yerlesmek icin emekliligimi beklemek zorundayim? Nerden geliyor param olunca illa ev ya da araba alma zorunlulugu? Nedir bu bize cizilen hayati yasama telasimiz, kaliplari yikmaya calismama gayretimiz, olaylara karismayip sut limon yasama savasimiz, dogru bildigimizi, dogru olduguna inandigimizi, en azindan dogru sandigimizi yapmaktan bizi alikoyan sey?

 
Gelin ertelemeyelim yapmak istediklerimizi, sirf diger insanlar ya da toplum oyle istedi diye almayalim kararlarimizi, siradan hayat yasamayalim artik. Bize cizilen sinirlarin disina cikalim. Biraz da kayip balik Nemo olalim hayatta, risk alalim mutlu olmak adina. Bizi mutlu edecek, zevk aldigimiz seylere daha fazla zaman ayiralim. Fark yaratalim yani hayatta, iz birakalim. Boyun egmeyelim bize yasatilmak istenen hayata. Unutmayalim ki herkes bir kere yasiyor bu hayatta ve yarin basimiza ne gelecegi belli degil. 

"İnsanların mutlulukları ya da mutsuzlukları, kaderin olduğu kadar da karakterlerinin eseridir."
La Rochefoucauld